28 Aralık 2012 Cuma

Rıfkı'yı Beklerken


                             Şimdi sana bir hikâye Rıfkı. Çok fazla söze gerek bırakmayan, azıcık sözle her şeyi anlatan bir hikâye. Butimar kuşunun hikâyesi. Butimar, her gün deniz kıyısına çöküp kanatlarını açar. Denizin bir gün kuruyacağını düşündüğünden, sırf bu yüzden denizden hiç su içmez... O da simurg olmaya niyetlenmiştir fakat aşk makamına takılıp kalmıştır. Daha aşması gereken beş makam  vardır üstelik..Kaf Dağının ardı onun için artık hayal olmuştur. Onun vadisi de denizdir işte, ummandır, yani sonsuzluktur , ya da gerisi senin güzel zihnindedir Rıfkıcığım. Butimar'ın deniz kıyısında sessiz, nefessiz bir ölümü beklemesi, nereden baksan saygı duyulasıdır. Zira makamlardan ikincisi olan aşk, ziyadesi ile tehlikelidir Rıfkı!

Bazı insanları da Butimar’a benzetirim ben. Korktuklarından , çekindiklerinde beklemeye mahkumlar bir ömür. Tek başınalığa, yalnızlığa ya da yalın olmayan tekil hallere... Denizler kuruyacak bir gün Rıfkı, bunu ben de biliyorum. Göllerin, nehirlerin ya da ne bilim, hiç tükenmez dediğimiz suların çekildiğini gördük. Ama denizler için daha değil. Daha hiç değil.


          
  *Ben bu hikayeyi, Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’unda okudum. Yüzyıllardır bilgeliğin, aklın sembolü olan baykuşa yüklediğimiz değeri sorgulatıyordu aslında Hidayet. Ya baykuş körse? O zaman ne olur?

17 Aralık 2012 Pazartesi

Bir gül'e...

Birileri bana bir şeyler ithaf edince o kadar mutlu oluyorum ki Birgül'üm...Bütün renklilerle beyazları ayırıveriyorum o anda. Renklilere yapılması gerekeni oracıkta yapıyorum. Sonra da siyahları hiç araya karıştırmadan, yumuşatıcılarla ruhumu yumuşatıyorum.. Siyahları temizlemek için de uzun program yıkama ayarlamalı diye mırıldanıyorum.


Geçenlerde İstanbul'a geldim. Uzaklar belki yakın olur diye. Arayacaktım, bilemedim. "Şimdi iki saatliğine,Yiğit de var hem, te Anadolu yakası, anasının nikahı mesefa zten..." nedenlerini sıraladım kendime. Yakınlarına geldikçe uzaklaştığım insanları düşündüm sonra. Ne kadar yakın, aslında o kadar uzak oluyor bazen dedim. Ya da tam tersi işte. Yani diyeceğim o ki, o kadar yakınsadım ki seni...Bu da böyle bir sebeb-i ithaf olsun. 

Öptüm. 


http://evanasi.blogspot.com/2012/12/handeye.html

1 Aralık 2012 Cumartesi

eksiklilikler



Uyuyamıyorum Rıfkı. İşin daha kötüsü bu uyuyamadığım gecelerde hiçbir şey yapmıyorum. Kitap okursam uykum geliyor, eğer şimdi uyursam işe yetişememekten korkuyorum; film izleyecek olsam o filmin sonunu getirebileceğime emin olmadığım için... Anladığın üzere yine depreşmelerdeyim Rıfkı. Yine yarım yamalak, sersem sepelek, ezik büzük...

Kadınlara bakıyorum. Erkeklere bakıyorum sonra. Yetmiyor. Çok eski zamanlarda yaşamış olanlarına bakıyorum. Ehl-i beyte bakıyorum biraz, yüreğime su serpiyor susuzlukları. Servet-i Fünûnda, yaşamış birkaç adama bakıyorum, yüreklerinde büyüttükleri servete... Tarihi olayları yaşandıkları çağa göre hiç değerlendirmiyorum o anda ama. Aşiyan’a çekilen Tevfik Fikret’e, “Beni de yanına al; hem Haluk’a yeni bir defter yazarız belki, hem de çocuklara anlatmamız gereken daha fazla hikayemiz olur, Şermin ve birkaçı daha...” demek istiyorum.  Mehmet Akif’le kavgalarına son vereceğimi bile düşünüyorum, ikisine de yalnızlıktan, kırgınlıktan, susmaktan bahsedersem sorunları hallolacak gibi...

Sana da bunlardan bahsetmek isterdim Rıfkı. Seni geçtim bunlardan bahsedebileceğim herhangi  biri olsun isterdim. Sonra işte bu yalnızlığın, kırgınlığın, susmaların üstüne  ikimizden biri bu sessizliği bozacak , kısacık ama harika bir cümle söylerdi. Ehli-i beyte, ve Servet-i Fünûn’a meydan okuyacak bir cümle. Üzerine tartışmasak da olurdu sonra, o kadar çok her şeyimi tartıştım ki Rıfkı zamanında, senle ve herkesle; vaktiyle dirhem dirhem tartarak bünyeme yerleştirdiğim her şey allak bullak oldu şimdilerde.

Bazı hakikatler var. Bazı güzel adamlar. Bazı sessizlikler. Bazı sabahlara karşı uyuyamayan insanlar.  Eksiklikleri bile tamlık ifade ediyor. Yani eksik oldukları için aslında tamlar. Onu demek istemedim, demek istediğim şu: Eksik olduğu için bütünlüğünü koruyan şeyler ve insanlar var bu dünyada. Yenildikleri için var olmuş, kırgınlıkları yüzünden bir döneme damgasını vurmuş, ve eksik kısımları yüzünden cümleler sahibi...




                "Sen eksik olma Rıfkı... "

29 Kasım 2012 Perşembe

birtakım güzel şarkılar ve birtakım güzel kadınlar

i wish to weep...

                                                           
                                                                   is anything wrong?


"yalnızlık yalnızlıktır"


this mess we're in!


kalbimdeki bu sevda...


"lovers are strangers, there is nothing to discuss"


dar ayeneh sharab...


16 Kasım 2012 Cuma

bilirim bir kışa hazırlanmayı...




Rıfkı, Merhaba.


Seslenme konusundaki özrüm, bu blogu sana yazmayı zorunlu kılıyor. Halbuki seni çoktan ve defalarca öldürdüğümü biliyorsun. Senden sonra birkaç Rıfkı daha oldu. Hatta bir tanesiyle boktan ötesi , uzuun sayılabilecek bir hikaye yaşadık. Ona İkinci Rıfkı, Rıfkı II.  diye seslenmek isterdim; fakat kendini bir halt zannedecek salak. O yüzden sana seslenmeye devam Rıfkı. Çünkü en iyi hikayeleri ölülerin anlattığı gibi, hikayeleri en iyi dinleyenler de ölülerdir.

Mutsuzluğum depresyonlarım hat safhada yine Rıfkı. “Yine mi?” dediğini duyar gibiyim. Yine tabiki Rıfkı, ne olmasını bekliyordun ki! Bir kıştan daha ne beklenir? Koskoca kuzey yarım küre içimi bile ısıtmayan adamlarla dolu. Birkaçına atkı örmüşlüğüm olan, sonrasında o ördüğüm atkı ile boğazlamak istediklerim adamlar üstelik bunlar. Kendilerinin başıma ördükleri çoraplardan bahsetmeyeceğim. Sürekli üşüyen ellerim ve ayaklarımdan da...Yalnız uyanılan kış sabahlarının yirmi beşimde “Yeter be yeter!” hissi uyandırmasından da... Böyle romantikli konuşmalarım hep yazı icabı. Yoksa buz gibi odalarda, sabahın karanlığında, yüzümüze ayılmak için çarptığımız yalnızlık kadar dinç tutan bir şey yok adamı...

Kış , pek fena işte Rıfkı. Kışkışlarımıza aldırmayacak kadar fena. Son zamanlarda hayatıma giren Rıfkılara ve sana hiç atkı örmemiş olmam beni sevindiriyor. Yalnızlığımı ilmek ilmek ve haroşe olarak çoğaltmamış hissediyorum kendimi. Sonra bir de güzel görünsün diye püsküllerini yapıp, bu "püsküllü yalnızlık" hadisesine dokunmamışım gibi geliyor.

“Kalın giyinseydin Hande!” cümlesini o kadar çok duydum ki Rıfkı senden ve diğer Rıfkılardan. Hepsine, hepinize buz gibi bir metanetle ve soğukkanlılıkla “İyiyim ben, yok bir şey!” diye cevap verdim. Titreyen ellerimi yumruk yapıp ceketimin cebine soktum sonra. Elleri sıcak adamlar da vardı,  ama yumruk yapmak daha fazla işe yarıyordu. Bugün bunu bir kez daha anladım. Bugün de, bu kışın başlangıcında da, siyah paltomun cebinde , ellerim yumruk, hızlı soğuk adamlarla yürürken...





Sana bir boyun atkısı gerek. /Çünkü kış geldi./Ve sular bir uzun geçmişe hazırlanır. Nerdeyse.
Bir çocuk ölür. Bir kadın hastalanır. Odalar
bulutlanır.
Su içmekten. Uzak. Bir köfte kokusundan
/İnsan/uzak/bir memleket havasından./Belli belirsiz bir şeylerden utanır.
Yapışkan ve dayanıksız bir vidanın eşliğinde
/Gece.
Hatırlarız bir günlerde üşümediklerimizi.
/Üşümeyeceklerimizi. (T.Uyar, Bilirim Bir Kışa Hazırlanmayı)




7 Kasım 2012 Çarşamba

İsli Puslu Yazı



Söylesem tesiri olurdu, sussam gönül razı da...


Ama ne söyleyecek kadar çok olabilmeyi; ne de susacak kadar az olabilmeyi bildim. Mırıldanabildim sadece. Mırılmırılmırıl. Bir şeyler söyler gibi yaptım, söyleyemedim. Bir şeyler susar gibi yaptım, susamadım.

Söylesem belki sözlere etki ederdi de, sonra o sözler beni bulup avutacak olurdu da, gönlümün tortusuna püf diyebilirlerdi. Püffff. Yüreğimde biriken is pis ve pus giderdi o vakit,  azıcık ferahlardım. Söz söz ferahlardım. Konuştukça dinerdim. O vakit  susmayı bile bilebilirdim. Susup dinlemeyi bilirdim. Razı olur, durabilirdim.

Sussam, sessizlik yanıma gelip çökerdi de, bana uzun bir sus diyebilirdi. Sussssssss. S’ler uzun uzuun uzayıp, kıvrılıp koynumda uyurdu. Bir sabahın s’sinde sevinçli sözler gelebilirdi sonra aklıma. Söylemek zorunda bile  olmazdım, gönlüm is pis ve pustan uzak olurdu. Susmalara, söylememelere rızası olurdu.


                                                                         

                                                                *  *  * 



               Bir zamana takılıp, tökezledim, düştüm. Kalbim acıyor. Kimseye bir şey diyemiyorum. Demek istediklerimi hep başkalarına dediğimi düşünüp, düştüklerimi sayıyorum. Ben güzel cümleler kurmayı, güzel cümleler duymayı sevmişim. Suretlerin bile önemi yokmuş. İnsanların anlar gibi olmaları, benim anlatmalarım, benim dediklerim, bana dair her şey önemliymiş. Öyle avutmuşum kendimi . Başka türlüsünü bilmemişim. Kimse de bir gün öğretmemiş. Her şeyi öğretmek için çaba gösteren herkes bunu hiç öğretmemiş. Kimse için önemi de yokmuş bunların. Çünkü herkes beninden başka bir şey görmeyi zaten önemsememiş.

Takıldığım yerleri sormak istiyorum. Hayata dair beni en iyi ifade eden öğretmenlik mesleğinden bu defa uzaklaşıp , takıldığım bu yeri açıklamalarını  istiyorum. Birinin bana okuma yazma hiç bilmeyen bir çocuğa en ağır romanı okutacak kadar bunları anlatmasını istiyorum.


“Hocam , ben bu noktada takıldım. Beni benden alır mısınız ?”


19 Ekim 2012 Cuma

Rıfkı'ya yazmak...



Sana yazmayı bıraktığımdan beri Rıfkı, seslenecek kimsemin olmaması beni çok üzüyor. Anlatacak uzun hikayelerimin olmaması da. Kimselerim var tabi, yok diyemem.  Kimseleri kimsesizlikten daha çok sevdim hep, biliyorsun. Mesela evvelden bir sevgilim vardı, onu senden daha çok sevdiğimi iddia edebilirim; seslenebileceğim kimselerimden biri   o olabilirdi. Gerçi “Kimse/sizlikler” diye dandik ötesi bir kelime oyunuyla yazdığı şiirini yine son derece dandik bir dergide yayınlatmıştı. Benim ortaokulda yazacağım cinsten arabesk şeylerdi yazdıkları. Bunlar yetmezmiş gibi “Şiirden anlıyorum!” diye gezerek çok pis akademik kariyer yapıyordu. Bu ve buna benzer nedenlerden ona seslenmek istemiyorum Rıfkı. Hem Rıfkı demeyi seviyorum, seslenmek için başka güzel nedenlere ihtiyacım yok, hatalı teşbihimsin Rıfkı!
 
Ben tahmin edeceğin gibi çalışıyorum işte Rıfkı. Hem bir işte, hem işte yani. Gün içinde çaylar, kahveler, sigaralar içiyorum , damarlarımdan oluk oluk  nikotin kafein ve tein akıtırcasına,  senin hiç yapmadığın üzre. Sonra hep aynı şeyleri anlatıyorum işte: Sözcükte, cümlede, paragrafta anlam gibi şeyleri. Anlamsızlığa düşüyorum işte sonra. Ne oldu da, hayata yüklediğimiz anlam bu kadar dandik hale geldi diyorum. Beyazlarla renklileri ayırıyorum, sinema tiyatro biletlerinin üzerindeki özenle seçtiğim koltuk numaramı seviyorum, bire birbuçuk pilav pişiyorum. Uykusuz kalıyorum. Ardımda ve ardımdan kalanları art arda sıralasam elimde neler kalacağını düşünüyorum. Bunca kalan arasında ,evde kalmayıp evlenmeyi bile düşünüyorum Rıfkı. Saçmalama Rıfkı, tabiki seninle değil.  Sevgi kavramını sen gibi iğdiş etmeyen biriyle. Sevmek bir kabiliyet meselesi ya , o kabiliyete doğuştan sahip biriyle. Senin o konudaki kabiliyetin geliştirelebilir cinsten bile değil Rıfkı, şaapsalar olmaz. Küfretmedim bak, ne de olsa  senden sonra pek ihtiyacım kalmadı öyle şeylere Rıfkıcığım, söyletme rica ederim!

Elektronik pişmanlık mektubunu aldığımdan beri,(ki TDK e maili zamanında elektronik mektup olarak adlandırıp, “elmek” kısaltmasını email’e alternatif olarak önermişti. Sana ansiklopedik bilgi veriyorum arada , Ahmet Mithat efendi gibi insanım, kıymetimi bil Rıfkı,) hayatımda hiçbir b.k değişmedi inan. Sadece bıyık altından gülüp, “Biliyordum...” dedim . “Üzüldüm sana!” desem yalan olur. Seçim meselesi bu işler Rıfkıcığım. Kimileri yalımyalımyananyalınbiryalnızlığı yaşamak istiyorlar, senin gibi. Kimileri de, kelimelerin arasındaki boşlukları bile yalnız bırakmadan yaşamayı tercih ediyorlar, benim gibi.


BenaslındaburadayımRıfkı, kimsem olmasan da olur...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Küçük Prens'e dair seyler...





Küçük Prens’te en  çok tilkinin anlatıldığı kısmı severim. Yani “kendi cümlelerimle” ifade edilemeyecek kadar derin ve anlamlı ve hüzüncül ve kederli ve fena bir bölümdür benim için. Tilki, Küçük Prens’ten kendini evcilleştirmesini , her gün aynı saatte gelmesini böylelikle daha onu beklerken bir saat evvelinden mutlu olmaya başlayacağını; eğer saatinde gelmezse endişelenip kederleneceğini , böylelikle de  “mutluluğun bedelini öğreneceğini” söyler.

Sonra tilki evcilleşir. Fakat Küçük Prens gitmeye karar verir. Ağlayacağını söyler tilki. Küçük prens üzülür. Ona zarar vermek istememiştir çünkü. “Evcilleşmenin sana bir yararı olmadı” der küçük Prens.Ama tilki için bir sorun yoktur. Çünkü buğday tarlalarını her gördüğünde  artık Küçük Prens’i hatırlayacaktır.

“Evcilleştirdiğin şeylere karşı sorumlusun” der hikayenin sonunda tilki. Küçük Prens gülünü anımsar. Ona karşı sorumluluklarını. Onu değerli kılan “zamanı”. Onlarca gül arasında , kendi gülünü...

Ben de geçenlerde bir buğday tarlası gördüm. Hem de internette Küçük Prens koleksiyonuma eklenecek kitap ararken. Kitabın başında  sözü geçen, Hande , yani Kuşuluoğlu olan, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin soyuna tükürdüğüm sülalesine uygun gördüğü soyadlı insan benim. Kitabın İzmirde bu sahafa ne zaman gittiği konusunda hiçbir fikrim yok. Ne zaman bu kitabı böyle karaladığım konusunda da... Tek bildiğim, bu ortadaki çocuk figürünü babaannem çizmiş, (çünkü onlar babaannemin çizgisi) ben bir şeyler çizmeye çalışmışım yanına (çünkü o çizgiler üç yaş çizgisi) mahalle mektebine başlayınca da  annemin yazısını taklit ederek,  Hande Kuşuluoğlu yazmışım, anne puntosuyla.

Bizimkiler boşandığında, pek çok kitabım eski evimizdeydi. Ve anneannemin evinde Meydan Larousse, Gelişim Hachette gibi gazete kuponlarıyla alınmış  ve yalnızca dönem ödevi yaparken açtığımız ansiklopedileri, benim anneme her hafta aldırdığım büyüklü küçüklü hikayeleri- romanları koyacak yer yoktu. Eski kitaplara da orta sınıf Türk ailelerinde daha o zamanlardan sırrı dökülmüş emaye tencere muamelesi yapılıyordu. O kırmızı pembe gülleri  olan beyaz emaye tencereler nasıl sırrı dökülüp altlarından siyah kısımlar çıkmaya başladığında saksıya ya da su tasına dönüşüyorsa ,(güller, o evlerde Küçük Prensinki kadar değer görmüyordu)  eski kitaplarda benzer şeylere dönüşebiliyordu: soba yakacağı, komşunun okumayı sevmeyen oğluna okuması için oyuncak, üniversiteye hazırlanan bir gence nimet değerinde bir yığın kaynak...  

"Eski kitaplarını birilerine verdim" demişti babaannem. Bu kitabı kim neden nereye satmış, hiç bilmiyorum. Satıcı “üzerinde çocuk karalamaları var” demiş. Yanlış söylemiş tabi, şöyle dese daha iyi olacaktı. “Üzerinde karalanmış  bir çocukluk var.”

 “Kötü sayılmaz” demek istiyorum ben de tilki gibi. Kötü sayılmaz, çünkü ne zaman Küçük Prensi görsem, hayatımın kutsal kitabını, annemle yarı zamanlı yaşadığımız mutlu çocukluğumu anımsıyorum. Gerçeği gözlerin göremediğini , ancak yürekle görüldüğünü tekrar anlıyorum.Kitap karalamaya, defter karalamaya,  her şeyi karalamaya daha o yaşlardan hevesli olan çocuğa sorumluklarım geliyor aklıma, evcilleşmem için. Geçmiş ,diyorum; mutlaka insanı buluyor. Diyorum ki geçmiş, insanı mutlaka buluyor. İyi şeyler bulun siz de canlarım... Bir de elinizde eski Küçük Prens baskısı, şeysi filan varsa gönderseniz günaha değil, bilakis sevaba girersiniz sevgili okur. Alıcı öder kargoyu....


20 Ağustos 2012 Pazartesi

sus untu


                                               Cahiller, "ALLAH bizimle konuşmalı veya bize bir mucize gelmeli değil  miydi," dediler. Daha öncekiler de onlar gibi konuşmuşlardı. Kafaları birbirine benziyor. Biz mucizeleri, inanacak olanlara sergileriz.
                                                                                                                                                                       Bakara, 118


7 Ağustos 2012 Salı

Merhaba Mülayim Merhaba !


Rıfkıyı öldürdüm Mülayim biliyorsun. Gerçi geçenlerde cüzdanımın hiç kullanmadığım arka gözüne sıkışmış buldum kendisini. Gönderdiği çiçeklerin üzerine iliştirilmiş  notlar olarak. Kendisi itoğlu itlikte post doktora yaptığından yok ediverdim o notları oracıkta. Bazen aylar, yıllar bir nesne ,bir eşya haline gelir. Bir yüzük, bir fotoğraf , yazılmış küçük bir not ya da resim çerçevesi olur  Sanki o nesneleri yok edince her şey bitecektir. Bundandır, yüzükler fırlatılır, fotoğraflar yırtılır, çerçeveler asıldığı yerden aşağı indirilir; ya da tam tersi olur ; aile yadigarlarları korunur, manevi değeri olan şeyler olur, yıllarca taşımaktan usanılmayan nesneler yanıbaşımızdadır. Bir yığın anıyı taşıyorsun Mülayim, benden daha iyi bilirsin bunları... Köklü ailenin çocuğu olmak gülümsemesini taşımakla aynı  şey bu.

Şimdi sen varsın ya Mülayim, yeni hayali değeri olan, hayati kahramanım.. İsimler müsemmayı etkiler doğuda. İnsanın kaderi ismiyle belirlenir. O yüzden isim vermek önemlidir bizde,  ad vermek başlı başına bir törendir. İşte bu sebepten sana Mülayim demek istiyorum, Mü-la-yim.

Gördüğün gibi Mülayim kafam hep başka mevzularla karışık . Ben hiç aşktan sevgiden bahsetmeden  çotadanak ayrılmak istiyorum bu yüzden . Aşk deyince zaten tasavvufi aşk geliyor aklıma , bir de yazmam gereken tasavvufi öğesi bol beş bin sayfalık tezim. Zihnimi böyle ilişkiler gibi fani ve fena şeylerle bulandırasım yok. Olay çıkarasım var bilakis, eski aşklarını deşip deşip kavga çıkarasım var mesela. Hem ilişkimizi canlı filan da tutacağını düşünüyorum.  Ama inan zerre zevk almıyorum, çünkü bütün eski aşkların bir halta benzemeyen , becereksiz ötesi kızlar.Aynı kulvarlarda bile değiliz. Çok sıkılıyorum ben Mülayim, bildiğin gibi değil .Bu bile sıkıntı yaratmıyor çünkü sıkıntıyla nasıl baş edeceğimi öğrendim, onun geçtiğini de... Bana bilgeliğin hipotenüsünü versen azıcık , belki biraz sıkıntımı alır. Bir masaya oturduğumuzda  hayatı elimize alsak, sen açsan sonra  o hayatı tornavida ile; mekaniğinden bahsetsen , kablolarını değiştirsen, şöööyle mutluluğa giden yollardaki kısa devre yapmış kısımları yenilesen...Engin mühendislik bilgilerin burada devreye girse ve  hayatı kapatıp vidalarını sıkıştırdığında eskisinden çok daha iyi çalışsa.. Abartıp  hakikate erişsek... Gerçek demiyorum fark ettiysen Mülayim hakikatten bahsediyorum. Bu da doğudan. Tam Türkçe bir karşılığı yok “hakikat” sözcüğün bizde, öyle olur bazen dillerde. Benim kişisel dilimde de hissettiğim şu duyguların bir adı yok, o yüzden uzatmadan ayrılalım Mülayim, ben anı biriktirmek istemiyorum. O biriktirdiklerim yüzünden sabahlara kadar ağlamışlığım çok oldu. Gerçekten bildiğim tek gerçek bu.

Sözün özü, merhaba ile elveda arasında bir sıkıntı büyütüyormuşum gibi hissediyorum Mülayim... Motoru yakmış olma ihtimalim yüksek, bu duruma çare bulup bulamayacağından henüz emin değilim. Üç beş kilometre daha gidebilrim gibime geliyor ama bu koskoca yolu beraber geçirebilir miyiz, o konuda şüphelerim var. Ömrü bir yola benzetmek, ve bu yolun aslında tasavvufi manada da, yani simurg kuşunun hikayesinde  , devir nazariyesinde, biraz da ithakinin macerasında olduğu gibi...Neyse Mülayim , neyse. Seni çok seviyorum. Ben gideyim.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

ve sonra...


 “Hayat nereden baksan güzel bir şeydir,” dedim sonra. Birkaç kişiyi ve annemi aramışken . Yeşilçam filmlerinden öğrendiğim gereksiz şeylerden biriydi bu da. Başrol oyuncularının isimleri yazıldıktan sonra, vee diyerek filmde oynayan en yaşlı ve tecrübeli oyuncunun ismi yazılır. Ve, annemi aramıştım ben de.

Dünyanın en ucuz numaralarından biriydi yaptığım. “Anne sana çok kötü bir şey söylemek istiyorum..”.dedim, Sesime eciş bücüş, üç çocuğuyla dul kalmış, çaresiz kadın tınısı katarak. “Dinliyorum kızım” dedi o da gayeet ciddi bir ses tonuyla. Annelerin hayattaki en büyük görevlerinden biriydi bu. Dinlemek. Kapıları dinlerler, olayları dinlerler, başka insanları hep dinlerler. Çocuklarını  pek dinlediklerini  söyleyemem, ama o an beni  dinliyordu.

“Anne bak dinle. Sana zamanında söylenecek en kötü, boktan şeyleri söyledim. Yani intihar ettiğimi söyledim mesela. Gözyaşlarına hiç aldırış etmeden. Midemi gidip yıkattığımızı, senin evde olmamanı fırsat bilerek o gece hastanede rahat rahat kaldığımı söyledim. Senden nefret ettiğimi  söyledim aynı evde aramıza sınırlar koyarak harp ettiğimiz , hatta harap ettiğimiz zamanlarda. Evi terk etme istediğimi kapıları çarpıp çarpıp defalarca söyledim. Sonra bir gün , hiç unutmam; ve sen de hiç unutmazsın, hani fenalaşmıştım, hastaneye gitmiştik, bedenim isyan ediyordu, kolumda serum vardı...Anne ben çok kötü bir şey yaptım, ölmek istiyorum o yüzden deyip, olan biteni hıçkırıklarla karışık, cümlelerle söyledim..... Dünyanın en metanetli insanıydın o anda, olağan karşılamana çok şaşırmıştım. Neyse, bunu hatırlamak bile beni ürkütüyor...Okulu bırakmak istediğimi, ikinci defa yüksek lisans yapmak istediğimi; evlenmek istediğimi,hiç evlenmek istemediğimi, sonra bazı erkekleri öldürmek istediğim, sokağa hiç çıkmayıp evde sadece ağlamak istediğimi de belirli zamanlarda söylemişliğim oldu. Bir kere karakoldaydım ve yine en son seni aramıştım. Gerçi o üzülmeni istemediğim içindi, o “ve” bile  sayılmaz.  Sana yalanlar söylediğimi söyledim sonra. Aslında Mahpeykerlerde değildim anne biliyorsun, hatta Mahpeyker diye şiirsel bir isme sahip bir arkadaşım bile hiç olmadı. Namık Kemal’in İntibah romanının kahramanlarından birinin adıydı arakladığım. İnandırıcı olsun diye bazen alengirli yalanlar söylüyorum, bazen çok kuruyorum, malum...”

Demedim tabi bunları. Sadece şunlar döküldü ağzımdan. Çünkü kelimeler dökülebilen hatta kırılabilen şeylerdir:

.“Bir öykü yarışmasına gönderdiğim ve yalanlardan kurduğum öyküm birinci olmuş anne. Söylediklerime değer verenler var! Hem ayrı ev hayali de dolaylı olarak gerçekleşmiş oluyor böylelikle, bir sene it gibi çalışsam biriktiremezdim çünkü ben o parayı. Evi terk etmeme gerek kalmadı, hehe...”

dedim sadece. Annemin sevinç çığlıkları telefondan yükseliyordu. Eve elinde pastayla gelmişti. Çünkü annem benim çilekli pasta sevdiğimi pek çok kez  dinlemişti.

“Hayatın güzel oluyor bak Hande, ne  güzel...” dedi. Gülümsedim siyah beyaz. Kendi Yeşilçamımız içinde dünyanın en güzel insanlarıydık. Ve mutluyduk.





29 Haziran 2012 Cuma

Gün(ü)delikler


 Babam sonra sesini yükselterek “O dediklerin burada olmaz senin yurt dışına gitmen lazım!” dedi. “Eşşeeğin...” diye başlayacak oldum,sustum. Görüşmediğimiz zaman içerisinde ne kadar terbiyesizleştiğimin hiç ayırdında değildi. “Yurtdışı mı?! İçim dışıma çıktı  zaten, dalga mı geçiyorsun sen?”diye çığırdım. “Sen” kelimesini seçmemin sebebi başkaydı kuşkusuz. Çünkü birine seslenirken kullandığımız sözcükler ona verdiğimiz değerle özdeştir “Ben”dedim-tıpkı “sen” e vurgu yapar gibi söyledim bunu- “Ayrı eve çıkmak, tek başıma yaşamak istiyorum, evlenmek yani... Ama ev’lenmek. Eşyam yok, yani bütün parayı kendi popomun keyfime harcadoğımdan doğru düzgün param da yok. Ama bak vallahi çok istiyorum. 1+1 bakıyorum. Duvarlara asacağım şeyler bile hazır...” gibi saçma sapan şeyleri ekledim bu ekstra saçma sapan konuşmaya. “Ne lazım kızım?” diye sormasını bekledim. “Ne istiyorsun yani?” dedi, Terbiyesizleşmemek için dişlerimi sıkıyordum. “Ne mi istiyorum, ne diye bu konuşmayı yapıyorsam!” dedim bir hışım. Birileri söze karıştı. Söz karıştı. Of iştee, aman oldu.

Eve gelip Game Of Thrones izlemekten başka bir çarem yoktu. Fakat lanet Ttnet sinyal göndermiyordu modemime. Dolayısıyla telefonda beş kez kavga edip, bütün hıncımı ttnet Sevcan’dan almıştım. Sonra arayıp, “Ya kusura bakma tatlım, biraz gerginim, öfkemi kontrol edemiyorum da şu sıralar...”diyecek oldum; ama bu kadar samimileştiğimizi sanmıyorum. Gerçi öfkenin dünyadaki en gerçek ve en keskin duygu olduğuna kanaat getirmiştim geçen. Sevgimizi tam olarak aksettiremiyorduk, hüznümüzü de; ama öfke başkalarının en iyi anladığı yegane duyguydu. Bu yüzden çok iyi hocalardansa, çok öfkeli, çok psikopat hocalar her zaman hatırlananlardı.

Annem menopozun eşiğindee ters ve düz taklalar atmakta, tuhaf tepkileriyle şaşırtmakta, yeni aldığı elbiseyi beğenmediğim için,  hayatına küsmekle meşguldü. Ağır şeyler söylemiş olabilirdim. “Anne deve gibi bir kadınsın zaten, bu uzun elbiseler sende mürebbiye etkisi yaratıyor, zebellah gibi olmuşsun” demek fazla olsa da, durum acıydı. Özellikle "zebellah" kelimesi ile bokunu çıkarmış olabilirdim. Annem elbisesine lanetler etti, odamdaki ıvır zıvırları atmak üzerine tehditler savurdu, saçımın renginin bok rengine benzediğini de ekleyerek kapıyı çarpıp odamı terk etti.


25 yaşıma girdim an itibari ile dostumlar, bir ara onu da yazarım,fakat  şu an algılayabilmiş değilim.




17 Haziran 2012 Pazar

yıldızlar yokmus^^


                                                                                                                 Çağlar'a


Küçük Prensi hayatımın kutsal kitabı yapan annemin ilk karne günümde bana onu hediye etmesi değildir. Bana onu hediye ederken “Benim ilkokul öğretmenim bu kitabı  dersin ortasında açıp okumaya başlamıştı, çok etkilenmiştim” demesi , sonra ben kazık kadar bir öğretmen olduğumda bana bu anılarını hatırlatması filan da değildir. Hepsidir, ve hiçbirisidir. Annemin bana o kitabı aldığı vakitlerden itibaren büyüttüğüm cümlelerdir. Cümleler büyütebilmemdir.  Küçük şeylerden, çok küçük şeylerden yaptığım , büyük ve çocuksu çıkarımlarımdır. Sonra hep küçük şeylerdir. Çocuklardır. O çocuklardan biridir mesela:

  Zeyno, kuzenim dört yaşında filandır. En delikanlı zamanlarıdır yani. Onunla bir gece balkonda dünyayı yeniden keşfetmece oynadığımızdır. Çocukların bunun için dünyanın en müsait yaratıkları olduğuna tekrar tekrar tanıklık etmemdir. Yaz gecesinde balkondan görünen o ihtişamlı dolunaya bakmamızdır.. Dünyanın gerçekten güzel olduğu anlardan biridir.

    -Zeynocuum bak ay dolunay şimdi. Hem ayın da bir yüzü var, bizim yüzümüz gibi.
    -Evet, ama ay ağlıyoo.
    -Ağlıyo mu?! Neden ay ağlasın ki?
     -Çünkü yıldızlar yokmuş.


Bugün dünyanın en hüzünlü günbatımını küçük  yıldızıyla beraber sırtıma kondurdum. Küçük Prens’in dünyaya indiği ve ayrıldığı yeri. Herhangi bir yıldızı ve sırf bu yüzden yıldızlara bakmayı sevmeyi. Yıldızlara bakıp gülümsemek önemli bir iş. Küçük Prens gibi  “Ah, evet, yıldızlar beni hep güldürürler” demek önemli bir iş. Yıldızların konuştuğuna inanıyorum. Benim için sürekli bir şeyler mırıldandıklarına. Sonra gökyüzüne uzun uzun bakınca daha da uzakta olanları fark edince farkında oluyorum. Çünkü hala yıldızlar “var.”

Yıldızlar, başka başka insanlara farklı şeyler ifade ederler. Bazıları için sadece gökyüzünde titreyen ışıklardır. Yolcular içinse, bir rehberdirler. Bilim adamları için fikir kaynağıdırlar. Şu benim iş adamı içinse zenginlik. Ama herkes için sessizdirler. Sen hariç...”


9 Haziran 2012 Cumartesi

Üzüntü ve Muz Kabuğu


Annem bana, Uzun Çoraplı Pippi kitabını alır. Gülümser sonra...”Sana benziyor diye...” der. “Sana benziyor diye...” O zaman vaktiyle yok etmek için canhıraş bir çaba sarf ettiğim  çillerimden nefret ederim, o zaman vaktiyle yok ettiğim saçımın orjinal renginden nefret ederim,bütün  yok olmuşlardan nefret ederim.  Var değil ama yok olmuşlardan .

Annem , Uzun Çoraplı Pippi’nin yalnızlığından, her şeyi yapabilecek bir çocuk olduğundan bahseder. “Sana benziyor diye” der, “Benim çocukluk kahramanım Pippi olduğundan”, “Sana aldım.” der. “Sana” kelimesinin üzerinde dururum sonra. Çocukluğumuzda bir paket sana koyarak yaptığımız mozaik pastalar gelir aklıma . Kırık mozaiklerle  ördüğümüz hayatımız gelir. Pastadan evler, Hansel ve Gretel gelir. Kötü kalpli babalar, üvey anneler gelir .  Tüm yaratamadığım kahramanlardan nefret ederim sonra. Pamuk Prenses’ten, Rapunzel’den, Sindirella’dan ideal kahtamanlardan nefret ederim. “Uzun çoraplı , pasaklı Pippi” derim , gülümserim. O anda bir  atı sırtımda taşıyabilir, bütün altınlarımı istediğim gibi harcayabilir, dünyanın en güzel kreplerini yapabilir, üstün güçlerimi kullanabilirim.

Annem, beni herkesten çok sever. Bana “İnsanın senin gibi bir kızı olamaz!” der. Çok bir şeye benzememekten , gibi edatı gibi olamamaktan nefret ederim sonra. Onun “tam” istediği insan olamamaktan, “tam” olamamaktan nefret ederim. Kusurlarımı bu kadar açığa çıkardığımdan nefret ederim. Vaktiyle anarşiye bulaşmış hallerimden, okula bırakma isteklerimden ,  okul sonrası hala okullarda sürünmemden, herkesle kavga etmemden, sadece kahve ve çikolata ile beslenmemten nefret ederim . Pippi olmamdan annemin de kimi zaman nefret ettiğini düşünürüm sonra. Bir soluk alır “Uyuyorum anneee, tamam” diye seslenirim. Bir süre uyutulmak isterim. Birileri beni ayakta uyutsun isterim.  Süte şeker değil; kahveyi boca ederim sonra; küçükken şekerli halleri de işe yaramadığı için söylenir annem.

Annem, beni sever. “Zenciler prensesi olacağım, hayat o zaman başlayacak!” derim. Hayatın benim için erken başladığından, benim de prenses olduğumdan bahseder sonra. Pamuk’a, Rapunzel’e , Sindirella’ya küfreder, hepsinin çok gerizekalı kızlar olduğunu düşünürüz. Pembeler, tüller, şatolar, hizmetliler yerine; atları, maymunları, uzun çorapları, macerayı sevdiğimiz için mutlu oluruz.

Annem vardır; üzüntü, muz kabuğudur.


Pippi, Astrid Lindgren'in yazdığı bir kasabanın ucunda tek başına  yaşayan anarşist ruhlu küçük bir kızın hikayesini anlatan roman. Pippi'nin babası bir denizci, annesi ise gökte bir melektir. Atı, maymunu, uzun çorapları ve kırmızı saçları vardır Pippi'nin. Canı her sıkıldığında "üzüntü ve muz kabuğu" diye sayıklar. 




3 Haziran 2012 Pazar

kırık


Hatırladıklarım var Rıfkı. Evden senden sonra çıktığım zamanlarda mor kalemlerle özenerek yazdığım notlar mesela ...O notlara serpiştirilmiş Attila İlhan, Birhan Keskin ,Andrey Voznesenski dizeleri. Akşamları işten geldiğinde(ki ona iş bile denemez nezdimde, dünyanın en kötü kokan mesleği bankacılık! ) o güzel kelimelere sahip olman.(Bana sahip olmandan daha beterdir nezdimde) Kendimden en çok böyle zamanlarda nefret ediyorum Rıfkı, çünkü yirmi beş yıl sonunda oluşturduğum kelimelere gerekli özenin tarafından  gösterilmemesi itoğlu itliktir.  Adiliktir, piçliktir. Sülaleni yahut anneni karıştırmak istemiyorum; fakat bu göstermediğin saygı yüzünden  ben senin ahırdaki ineğine , ağıldaki koyununa, kümesteki tavuğuna sövmek istiyorum.

Sonra o notlar iliştirdiğim zamanların birinde, evinin baş köşesinde duran çerçevesinin camı kırılmış ,çiçek resmine asetad kalemi ile bir şeyler yazmıştım ya  Rıfkı, ve senin günler sonra dikkatini çekmişti. O atmadığına emin olduğum çerçeveye şimdi tekrar bak Rıfkı. Hayatın natürmort çiçek resminden daha gerçek olduğunu kavraman için değil;  beni anlamak için bak Tablonun kırık camına yazılmış el yazısına bak. “Evde kırık eşya tutma, uğursuzluk getirir!” diyordum büyük harflerle. Kırık şeylerin şerrinden korkarım çünkü.

Kırıkları evde tutmamak gerekir, kırıkları elde tutmamak gerekir. Bu nedenle  kırdığımız insanları hayatlardan çıkarmak gerekir.  Kırılan insanlar kırık camların üzerinde yürüyebilir, kan gözyaşı ve keder döke saça... Kırık camlar her zaman öldürebilir, bilekleri kesebilir, etine batabilir, ve o kırık parçacıklar  kalbe yürüyebilir. Beni zerre anlasaydın, bugün “Görüşürüz Hande yaa , abartma amaa” gibi yavşaklıkta çığır açmış bir cümleyi kurmaz idin, kuramaz idin.

Rıfkı, o kırık camı al şimdi bileklerine götür, ama sadece götür; öldürmeyen acıyı hisset.

Ya da iyisi mi onları bir çöpe götür, çünkü cam ve ben o çöpte,  seninkinden daha iyi bir yerde olacağız.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Babasız Kızlar Korosu!


Çünkü devlet babadır ve her baba gibi kendini cinsel kimlikler üzerinden var etmeye bayılır. Kızın namusu , onunki ile özdeştir (kimi zaman babanın en önde giden namussuz olabileceği gerçeği kulak arkası edilmelidir). Çünkü babalar kızlarını korumak için canavar kesilirler, ve önlerine gelen herkesi doğrarlar. Bütün kötücül erkekleri ve bütün erkekleri. Çünkü onlar babadır ve erkeklikleri hep başka kadınlara, babalıkları ise başka kadınlaradır.
Kızlarının namusları üzerinden namus timsali kesilen babalar, kızlarının sadece namuslarıyla ilgilendiklerinden; onların eğitim, iş, özgürlük gibi hayatlarını sürdürecekleri temel kavramlara sırt çevirirler. Şiddet gösterirler, meşrudur. Kızlarını döverler, dizlerini dövmemek adına; normaldir. O babaların kızları, onlarla aynı mevkilere geldiklerinde bile hiçbir vakit onlardan biri olamaz. Çünkü kadındırlar, ve kadınlık bazen tek sebeptir.
Sonra bu babaların bu kızları bazen hamile kalabilirler. İstedikleri ya da istemedikleri anlarda. İstemeleri ayıptır, pek tabi. Çünkü hamile kalmalarını kendileri değil , onlara babalık yapacak kurumlar ve kuramlar istemelidir. Çünkü doğmamış çocuğun hakkı, onu içinde taşıyan kadından öncelikli olmalıdır. Çocuğu isteyip istememe çizgisini de baba çizebilir, çünkü babadır. Bu kızlar kendilerini her daim çocuk doğurmaya hazır hissetmek zorundadır, babalar psikolojiden anlamaz. Babalar, çocuğu istemiyor olmanın yarattığı psikolojiye de anlamaz. Kürtajın bir kadın için dövme yaptırmak gibi kolay olmayacağı psikolojisinden bahsedilmez bile bir babanın yanında. Babadır o , devlettir aynı zamanda, devlet babadır.
“Babamız bizi sevmedi, bu defa çok(!) çirkiniz.”

http://www.youtube.com/watch?v=iHX2x0UbR5E&feature=related

solukbeniz'de idim.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

doktor!


Doktor diye seslenmeyi sevebileceğim için, o gece alkol duvarından zıpladığım için, “kafam cam kırıklarıyla dolu doktor...” cümlesi anlam bulabileceği için hayatıma almayı düşündüğüm biri vardı.

“Bana içini dök” dedi. İçim zaten dökülüyor , dedim. “Yorgunluktan, halsizlikten özellikle...” Yüzüme şaşkın şaşkın baktı. “Yaşamak en büyük hastalık bence be doktor, tedavisi yok...” diye mırıldandım. Bir bok anlamadı. “Yok ya yaşamak güzel” gibi sıradan cümleleri en sıradan haliyle söyledi, yüzüme pişkin pişkin gülümseyerek. Tiksindim.


-O değil de "Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor..."Tehlikeli Oyunlar’daki beyaz önlük tarikatı, biliyorsundur mutlaka ...”

-Yok ...Okumadım. Ama üzerindeki beyaz şey çok hoş, dekoltesi yani.

 ...

Eve gitmek için sabırsızlandım. Kendisinin bir orospu çocuğu olduğunu düşünmemek işten değildi.

18 Mayıs 2012 Cuma

ve yüzlerimiz, kalbim fotoğraflar kadar kısa ömürlü


"insan mutluluğu ender rastlanan bir olgudur. mutlu çağlar değil, yalnızca mutlu anlar vardır."


John BERGER

model amcamın oğlu. 

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Şeyh Şemsettinle Söyleştiklerimiz


Bağlanmak diye bir şey var Şemsettin . Bağlılık diye de bir şey. Bağımlılık diye de şeyler var ama ondan bahsetmek istemiyorum. Çünkü bağımlılık çok pis bir kelime gibi duruyor, bağlılık ise daha bir gönülden, daha bir candan, daha bir bizden sanki .
Ne kadar çok bağlanıyorsan, o kadar çok kaybediyorsun di mi Şemsettin? En azından benim aksini  gördüğüm olmadı; hayatım, hep görmem dediğim akisler toplamıydı.  On iki yaşımdaydım, evime babama filan çok pis bağlanmıştım. Bir sabah hepsi gidivermişlerdi. Hayatımın en büyük kayıplarından biriydi, bir daha toparlandığım söylenemez. Bir keresinde de muhabbet kuşumuzu kaybetmiştik. Kaybetmek diyorum, çünkü edebiyat buna güzel adlandırma der, öldü demek olmaz. Ölüm , mavi kanatlarından ardından kalan boş bir kafes zaten Şemsettin. Boş  kafese bakan mavi önlüklü, cebinde taşıdığı bez mendiliyle göz yaşlarını silen ilkokul çocuğu. Sonra yıllarca o mendili saklayan çocuk ,ölüm. Kağıt mendiller o zamanlar bu kadar yaygın değildi Şemsettin, anımsa sen de. Tükenmiyordu o zamanlar her şey bu kadar çabuk, ölüm gibi. Yahya Kemal de “Ölüm asude bir bahar ülkesidir” diyor ya,  güzel bir sözcük aslında ölüm.  Bu açıdan bakarsan yani.  Öldü demek istiyorum rahatlıkla muhabbet kuşuma.Öldü, öldü, öldü. Ama ölüm kayıptır. Onu demiyorum, ölüm kayıptır. Her neyse, kaybetmek diyordum, kendimi kaybettiklerimi saymıyorum. Onları da sayabilirim gerçi. En çok kendimi Kordonboyu’nda yaptığım uzun yürüyüşlerde kaybediyorum mesela Şemsettin.Uzun uzun denize bakarken, ne olduğumu, nereye gittiğimi unutmuşken. Bir sinema çıkışında filansam hele. Bir de metrolar, avmler, kredi kartları ile boğuşurken distopik korkunç bir zamanı yaşadığımı düşününce kendimi kaybediyorum. Geçenlerde  yeni atanan öğretmen arkadaşım depremde  ölünce de kendimi kaybetmiştim. En çok geceleri kendimi kaybediyorum diyebilirim. Nice zamandır kendimdeyim ama Şemsettin, ne yazık.

Görkemli kaybedenler var Şemsettin . Senin anlattığın o hikayedeki gibi. “Çöpçü ya da padişah olduğunun önemi yok. Oyunun sonunda iyi oynayan alkışlanıyor. Hangi rolde olduğunun önemi kalmıyor.” Fatih’in İstanbul’u o kadar genç yaşta İstanbulu fethetmesi bile anlam kazanıyor bu durumda. “Çünkü babası padişahtı!”

Bağlanacak bir şeyi olmayanların kaybettikleri olmak istiyorum Şemsettin. Herkes bende kaybettiklerini görsün istiyorum. Tek bir bedende bütün kaybedenlerin acısını yaşamak istiyorum. Babası padişah olmayanların, babası olmayanların, inanacak bir Allah baba bulamayanların, Allah’a baba denmesine karşı çıkan babaların kaybettiklerini hissetmek istiyorum. Ve bunları şunu şimdilerde çok iyi anladığım için istiyorum.

“Çünkü biz aslında kaybettiklerimiziz.”*


Amoresperros filminden

4 Mayıs 2012 Cuma

deizm bir kız dinidir!


“Deizm bir kız dinidir ya Rıfkı,  ben çok gülerim.Kitabın uğramadığı yurdum kızları,  (her türlü kitabın tabi Rıfkı, yanlış anla! ) bu noktada, “Yani ben inanıyorum amaaa,dinleree deyiil, yani bi yaratıcı, bi güüç” şeklinde cümleler kurarlar ya da kuramazlar hani, son derece gülünç bulurum onları. İnanmamak da çok inanmak gibi bazen bilmemekten gelir. Ben inanırım ama. Yani konuşurken “Bakaradaki 33. ayete bak!”  deyip, oracıkta ayeti kabaca tefsir edip Elmalılı Hamdi Yazır kesilmek, yahut Mesnevi’den “Olanda hayır vardır” diye bir cümle patlatıp, şerh etmeye çalışmak, Şamanist gelenekten gelen algılarımızdan bahsetmek hep bana göre şeylerdir, biliyorsun.  Sapına kadar savunurum bunları da , çünkü inanmadan yaşasaydım çoktan ölmüştüm.

İnanmamak isterdim aslında Rıfkı. Sözcüklerin büyülü olduğunu düşünüp her gün on vakit havaya üflememeyi isterdim. Varoluşumu inandıklarım üzerinden anlamlandırmamayı da , idealizmi hayatımın her yanına sindirmemeyi de isterdim. Ne bii’lim işte Rıfkı. Dediklerimi yapsaydım, tuğla gibi romanları sevmezdim o zaman. Hayatımın kutsal kitabı Oğuz Atay romanları filan olmazdı. Aynı ve benzer cümleleri tekrar edip, tutunamadığımı haykırmak için kelimeler yığını arasında boğulmazdım. Harfler üzerime çökmezdi. Oyunlar tehlikesiz olurdu ve dahi oyunlarla yaşamak zorunda kalmazdım.Korkularımla bekleyip durmazdım. Ben o kelimelerin arasından “inanmak” , “umut” , “iyilik” gibi beş para etmeyenlerini seçmezdim. Onları seçmek istemiyorum Rıfkı. Umursamazlık, boşvermişlik, değer vermemek gibi kelimeler çok daha çok yakışıyor hayata, ve pek tabi sana!

Umursuyorum ama lanet girsin ki  Rıfkı! İçimde hep tuğla gibi ağır kelimeler. İyi olmamayı kendime yediremiyorum. Umut’un içinde mut olduğunu keşfettiğimden beri bu durumun zengin kafiye olmaktan öte çok başka anlamlara gelmesi beni çok üzüyor.

“Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.” diyor ya işte Oğuzum Atay.

Benim inandıklarım hiç sana gelmiyor be Rıfkı.
,

horovel


solukbeniz'de idim 

Rüyalar nerede başlar?
Gerçekliği nerededir?
Gerçeklik acıyla yoğrulmuş bir sözcük olduğundan mı hiçbir rüyaya sığmaz? Ya da rüyalar güzeli görmekle yükümlüdür? Gerçekle, acıyla, rüyayla ve hikâyelerle yoğrulmuş zamanlar ve zeminlerde gördüğümüz esasen nedir?
Bir rüya ile başlayan Erhan’ın hikayesini geç de olsa ben bugün dinledim. O da uzun uzun  başkalarının hikayelerini dinlemiş. Anlatma geleneğinin “hala” sürdüğü topraklardan bir yığın hikaye derlemiş. Resmi tarihin anlatmadığı hikâyeler. Hiçbir “antlaşma” metninde yazmayan, “anlaşılamayan” hikâyeler. Bunları yaşatmaya ant içen birileri var ama. Masum birileri, suçsuz birileri, özlemin ve acının büyüttüğü birileri…
Rüyasında Ardahan’da doğduğu evin ahır olarak kullandıkları kısmının Ermeni sahiplerini görüyor Erhan.  Evin sahipleri “Neden bu taş ocak bugün bir ahırın parçası?” diye değersizleştirilen evlerinin ve “ocak”larının “hesabını” soruyor. Kendi “iç hesaplaşmasını” yapan fotoğrafçı ise, makinasını boynuna iliştirip bir rüyanın peşinde kendini yollara vuruyor. Yollar ki kendini bulmak içindir; kendi kişisel tarihine, geçmişine, sahip olduklarına, “ben” ine yapılır. Erhan da kendinden bir yığın şey buluyor  bu yolculuğunda.  Aynı geçmişi yaşamış, benzer özelliklere , alışkanlıklara sahip olan insanlarla ortak olan o kadar çok şeyimiz var ki…Tam da bu yüzden “Horovel.” Çünkü horovel, Anadolu’da çiftçilerin tarlalarda çalışırken okudukları kısa dörtlükler anlamına geliyor ve aynı içerikle ve isimle sınırın her iki tarafında hâlâ kullanılıyor.
Kars’tan başlayıp,  Iğdır’ın güney ucuna kadar sınır köylerinde gerçekleştirilen bu proje, fotoğraflardan ve  hikâyelerin videolarından oluşuyor.Bir de bolca hüzünden, acıdan, anlaşılmamaktan…
“Başkasının acısından bakarak” görülen bu rüya, gerçek ve çok yanımızda ve yakınımızda olan bir hikâyeyi anlatıyor. Unutulmak istenen zamanların, unutulmuş zeminlerin hikâyesini… Rüyalar bir gün gerçekleşir, sınırlar açılır mı bilinmez; ama sınırsız ve boyutsuz olan şeyler var: Rüyalar, acılar ve gerçekler gibi…


(videoyu ekleyemedim!)
http://www.agos.com.tr/video/1915-hatirlama-horovel-9

23 Nisan 2012 Pazartesi

Öküz:.


Çok sıradan şeylerden bahsetmek istiyorum Rıfkı. Sıradanlığın dibine vurmak hatta.  Dondurmayı neli alacağımızın kavgasını verelim istiyorum. “Karadut istiyorum ama ben...” diyeyim, sonra da “karadut” kelimesine takılayım. “O ne şiirsel meyvedir arkadaş. Birhan Keskin şiiri gibi, karraaa” diyeyim. “Sarısabır” diye bir bitkinin olduğundan , sabrın renginin sarı olduğundan bahsedeyim istiyorum. Sonra işte senin gözlerin için  mesela “Haki!” onlar diye tespitte bulunmak istiyorum. Ardından “Mey biter saki kalır, her renk solar haki kalır.”diye edebi damarımı attırıp, bir dize patlatmak, dizeyi de oracıkta şerh edivermek istiyorum : “Haki derken; yani şair burda, hak rengi diyor, toprak rengi, öleceğiz yani Rıfkı, her renk soluyor bak. Dünyayı fazla ciddiye alma!”

Sıradan şeylerden bahsedemiyorum ama anladığın üzre Rıfkı. Hayatı sıradanlaştırıp gezegen insanı gibi yaşayamıyorum. Dünyanın yuvarlak hatta geoid biçiminde olduğu gibi gereksiz bir bilgiyi bile sindiremiyorum. “Dünya kutuplardan basık, ortası şişkincedir. Tıpkı bir domates gibi...” Kahvaltıda domates olmaması beni üzüyor. Senin sabahın köründe sırf bu yüzden  markete gitmişliğin vardı ya ;dünyanın domatese benzemesi bilgisinden çok daha önemli bir bilgi benim için bu Rıfkı anlıyor musun!

Dünyanın öküzün üstünde olduğu gerçeği beni daha fazla rahatlatıyor. Osmanlı kozmogonisinde buna pek başka açılımlar getirirler Rıfkı. Seni sıkıp bunlardan bahsetmek istemiyorum. Mavi kaselerde dondurma getiren biri olsun istiyorum ben sadece Rıfkı, dünyanın bir boka benzemediğini anlayan biri. Ha bir de artık öküze tapmamak istiyorum Rıfkı, lütfen beni anla!

14 Nisan 2012 Cumartesi

İki medeni insan gibi

Sana bu satırları yazarken, sütsüz neskafe içiyorum Rıfkı. Ha kafeinsiz bir de. Selülit melülit hesabı. Süt ile sigara içmeyi filan da severim. Zehirlerken kendimi bir yanda faidelenmek iyi bir şeydir. Kendimle deneyler halindeyim senin anlayacağın Rıfkı. Evde sütün omamasından kaynaklanan bu durum, bana seni hatırlatıyor. Bana her şey seni hatırlatmıyor da, ben hatırlamak için kıçımı yırtıyorum. Çünkü sırf ben kahveyi sütlü içiyorum diye, dolapta süt bulunduruyor olman benim için tek taş, beş bin tane gül, mumlar, romantizmalar muadiliydi.

 Ayrılmanın iki meden insan gibi yapılacağını hiç bilmezdim. Hiç düşünemezdim. Bunu da yaptım ya , huhuuu! Annem hep şey der “Hanfendiliğinden, ödün verme!” Bense onun bu söylemine “Sokucam hanfendiliğine ha, itoğlu ite...!” gibi yanıtlar vermeyi düstur haline getirir-d-im. O geceki konuşmamızı görse, kesin alnımdan şap diye öperdi. Gerçi annem çok evvelinde  “Sen onun için bence çok fazlasın Hande...”, diye egomu zıplattıracak şeyler de  söylemişti ama, yo dötüm kalkık değil, mevzu bu da değil!”

 “İki medeni insan gibi ayrılıyoruz...Ne komik. İyi de Rıfkı, madem buydu istediğin; sekiz aydır ne diye uğraşıyoruz? Senden beş yüz kere ayrıldım. “Hayatında yer edinmek istiyorum” cümlelerini kuran; buna karşılık  “Hayatımın içine etme!” diyen benim. Bana hiçbir şeyi kanıtlamak zorunda değildin. Yok abi, Issız Adam, Kaybedenler Kulübü tripleri bunlar; yemezler. Hayır ne münasebet saçmalamıyorum, bırak Allah aşkına. İlişki diyorum, bir dinamiktir; olanını yaşarsın. Bu şablonlardan kurtul, yaşayamıyorsun,yumuşat köşelerini, hayat kanırtacak bak. Hayır özür dilemeni istemiyorum. Bu filmin kötü adamı benim hem, ne münasebet, ha bir de enayisi...!

Senden nefret ediyorum, çünkü sevginin bir izdüşümü bu. İyilik ve kötülük gibi. Biri olmadan diğerini anlayamazsın. Sen de benden nefret et, mutlu eder beni. Yok, gerçekten edebilirsin. İnan sevmemekten çok daha taşaklı bir duygu. Güzeldi her şeye rağmen, tabi insan yaptıkları için değil yapacakları için üzülüyor. İzmir müzeleri, Olimpos gezisi, dövmeler, Pink Floyd, Polaroidler filan... Bir de ben şizofren gibi bir şeyim ya, şeyler üzerinden yaşam sürebiliyorum. Neyse, neyse...Samsun’a da gitseydik,senin memlekete,  ne güzel olurdu yollarda olmak şimdi. Gerçi Samsun asfaltı, Ankara dolaylarında biliyorsun. Mamak’ı da görürdük. Sinop Cezaevini daha çok merak ediyorum ben, dertlerim şaha kalkıyor ondandır. Bir yolculuk hikayemiz olsaydı iyi olurdu. Hem sen derdin “İnsan insanı en iyi yolculukta tanır.” Benim kahvem bitti Rıfkı, kalkalım mı...?”

 

İki medeni insan olduğumuz için kendimden o an nefret ettim Rıfkı.  Basıp gitmek, küfretmek, olay çıkarmak istedim. Saçlarımı savurup, gülümsemeyi tercih ettim.  Medeniyet ve bedeviyet diye birbirine iki zıt kavram var ya, ben bedeviliği yeğledim. Tabi bahtsız olan kısmı, orası ayrı. Göçebelik damarlarımızda var, göçüp geçen şeyler her yanımızda...

Bu satırları yazarken bu kahve bitti Rıfkı.

Sütsüz de içilebilir tabi, senin içtiğin gibi, zıkkım kıvamında.

Hayatı kendine zehir zıkkım etme Rıfkı, bu son sözümdür sana.

Hoşçakal.