9 Ağustos 2013 Cuma

Hala evdeyim!


 İnsan evde kalınca, ilişkilere dair kütüphane yutmuş gibi oluyordu. Ne de olsa itin birini nikah masasına kadar götürmüş, nikah masasından olmasa da, nikah dairesine gidip gün almaktan döndürmüş  biriydim.  Bu da bir şeydi!  30 plus , "sex and the city", kıvamında hayatlar süren bayan arkadaşlarım bana her haltlarını anlatmakta beis görmüyor, onların pozisyonlarını dinlerken çeşitli pozisyonlarda kızarıp bozarıyor,  onlara  adamlara köpek muamelesi yapmaları ve bunun her zaman işe yarayacağı konusunda akıllar veriyordum! Yarıyordu da… 18’lik,20’ lik kız öğrenciklerime  erkeklere ve hayata dair ahkam üstüne ahkam kesiyordum. Abartıp annemin akranı olan  50’lik ablalara da birkaç çift laf etmiştim.  İlişkiler artık benden sorulsundu. İhtisas alanımdı.

Başkaca şeyler de oluyordu sonra. Misal: mahalle baskısı. Erkeklerin mahallelerine hiçbir zaman uğramamış, bu baskı çeşidi mahallenin süper markete karşı kırk yıldır direnen bakkalı gibi dimdik ayaktaydı buralarda. Aile meclislerinde  kimse bana bir şey sormuyordu ama “Sen bu sene ne yapıcaan Hande?” gibi soruların alt metnini duyuyordum. “ Master tezimi yazmak, e tabi doktora  sonrasında…” diyerek, bütün soruları kendini kariyerine adamış kadın imajımla caart diye bertaraf ediyordum. Üstelik, bu aile meclislerine Nirvana tişortum, kırmızı pantolonum,ve örgü yaptığım saçlarımla katılınca, kimse benden evlenecek kız olmamı beklemiyor, "Bizim kızdan bi b.k olmaz!" imajını iyiden iyiye yerleştiriyordum.  Mahalle bana değil, ben mahalleye çok pis baskı yapıyordum anlayacağınız. Bu durumu perçinlemek adına dandik de olsa ikinci el bir araba alacak, kapının önüne çok yamuk olsa da park edecek, “Gencim , güzelim , seni seni üzerim mahalle!” deyip mutlu mesut dolaşacaktım.

İş dışarıdan bakınca öyleydi ama işin içi öyle değildi. İçim dışıma çıkmıştı, ve bu dışımı kimseye göstermemek konusunda Oscarlık performans sergiliyordum. Kimse ödül vermiyordu fakat, bilakis inceden başarısızlık hissi ile cezalandırıyorlardı. Zaten şu iç dış muhabbeti kadar boktan bir mesele yoktu. Ninem  “İçine girmeden bilemezsin kızım!” derdi. Ben de ayrıldıktan sonra buna benzer cümleleri  bolca sarf ettim. “Dışarıdan bakınca dünyanın en uygun insanı, ama içine girince çok başkaydı…”  , “Derya içre olup, derya içre olduğunu bilmeyen balıklar gibi oluyorsun…” , “İçim üzülüyor bazen ama…” Hep bir içlenme,  hep bir hiçlenme hali işte. İnsan ayrılık sonrası nedir deseler ,  cümlelerin sonuna konulmuş üç noktadır derim. Üstelik o üç noktayı tamamlaması, seni anlaması için karşı tarafın gözbebeğinin içine bakarsın,  o da tekrar üç nokta konulacak “Üzülme ya…” gibilerinden bir cümle kurar ya...Üzüntüden geberilesi anlardır onlar. Bir ilişkiyi gerçekten noktalamak, sonuna nokta getirilen cümleleri gerektirir dostlarım. Nerdesiniz, geliyorum.” gibi, “Yok bir şeyim lan, sapıtmayın.” gibi, “Hepsinin sülalesini zkim!”  gibi . Burada ünlem oldu, ama o da olabilir.

Sonuç olarak, hala evdeyim. Ve hala cümlelerin sonuna nokta koymakta zorlandığım zamanlar oluyor.  Direktoroman nokta koyduran güzel  bir adam tanıyorum ama onu da şu ara soru işaretlerine boğduğumdan... Öyle yani dostlarım. İyiyim.


Gökten üç nokta düştü…