30 Mayıs 2012 Çarşamba

Babasız Kızlar Korosu!


Çünkü devlet babadır ve her baba gibi kendini cinsel kimlikler üzerinden var etmeye bayılır. Kızın namusu , onunki ile özdeştir (kimi zaman babanın en önde giden namussuz olabileceği gerçeği kulak arkası edilmelidir). Çünkü babalar kızlarını korumak için canavar kesilirler, ve önlerine gelen herkesi doğrarlar. Bütün kötücül erkekleri ve bütün erkekleri. Çünkü onlar babadır ve erkeklikleri hep başka kadınlara, babalıkları ise başka kadınlaradır.
Kızlarının namusları üzerinden namus timsali kesilen babalar, kızlarının sadece namuslarıyla ilgilendiklerinden; onların eğitim, iş, özgürlük gibi hayatlarını sürdürecekleri temel kavramlara sırt çevirirler. Şiddet gösterirler, meşrudur. Kızlarını döverler, dizlerini dövmemek adına; normaldir. O babaların kızları, onlarla aynı mevkilere geldiklerinde bile hiçbir vakit onlardan biri olamaz. Çünkü kadındırlar, ve kadınlık bazen tek sebeptir.
Sonra bu babaların bu kızları bazen hamile kalabilirler. İstedikleri ya da istemedikleri anlarda. İstemeleri ayıptır, pek tabi. Çünkü hamile kalmalarını kendileri değil , onlara babalık yapacak kurumlar ve kuramlar istemelidir. Çünkü doğmamış çocuğun hakkı, onu içinde taşıyan kadından öncelikli olmalıdır. Çocuğu isteyip istememe çizgisini de baba çizebilir, çünkü babadır. Bu kızlar kendilerini her daim çocuk doğurmaya hazır hissetmek zorundadır, babalar psikolojiden anlamaz. Babalar, çocuğu istemiyor olmanın yarattığı psikolojiye de anlamaz. Kürtajın bir kadın için dövme yaptırmak gibi kolay olmayacağı psikolojisinden bahsedilmez bile bir babanın yanında. Babadır o , devlettir aynı zamanda, devlet babadır.
“Babamız bizi sevmedi, bu defa çok(!) çirkiniz.”

http://www.youtube.com/watch?v=iHX2x0UbR5E&feature=related

solukbeniz'de idim.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

doktor!


Doktor diye seslenmeyi sevebileceğim için, o gece alkol duvarından zıpladığım için, “kafam cam kırıklarıyla dolu doktor...” cümlesi anlam bulabileceği için hayatıma almayı düşündüğüm biri vardı.

“Bana içini dök” dedi. İçim zaten dökülüyor , dedim. “Yorgunluktan, halsizlikten özellikle...” Yüzüme şaşkın şaşkın baktı. “Yaşamak en büyük hastalık bence be doktor, tedavisi yok...” diye mırıldandım. Bir bok anlamadı. “Yok ya yaşamak güzel” gibi sıradan cümleleri en sıradan haliyle söyledi, yüzüme pişkin pişkin gülümseyerek. Tiksindim.


-O değil de "Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor..."Tehlikeli Oyunlar’daki beyaz önlük tarikatı, biliyorsundur mutlaka ...”

-Yok ...Okumadım. Ama üzerindeki beyaz şey çok hoş, dekoltesi yani.

 ...

Eve gitmek için sabırsızlandım. Kendisinin bir orospu çocuğu olduğunu düşünmemek işten değildi.

18 Mayıs 2012 Cuma

ve yüzlerimiz, kalbim fotoğraflar kadar kısa ömürlü


"insan mutluluğu ender rastlanan bir olgudur. mutlu çağlar değil, yalnızca mutlu anlar vardır."


John BERGER

model amcamın oğlu. 

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Şeyh Şemsettinle Söyleştiklerimiz


Bağlanmak diye bir şey var Şemsettin . Bağlılık diye de bir şey. Bağımlılık diye de şeyler var ama ondan bahsetmek istemiyorum. Çünkü bağımlılık çok pis bir kelime gibi duruyor, bağlılık ise daha bir gönülden, daha bir candan, daha bir bizden sanki .
Ne kadar çok bağlanıyorsan, o kadar çok kaybediyorsun di mi Şemsettin? En azından benim aksini  gördüğüm olmadı; hayatım, hep görmem dediğim akisler toplamıydı.  On iki yaşımdaydım, evime babama filan çok pis bağlanmıştım. Bir sabah hepsi gidivermişlerdi. Hayatımın en büyük kayıplarından biriydi, bir daha toparlandığım söylenemez. Bir keresinde de muhabbet kuşumuzu kaybetmiştik. Kaybetmek diyorum, çünkü edebiyat buna güzel adlandırma der, öldü demek olmaz. Ölüm , mavi kanatlarından ardından kalan boş bir kafes zaten Şemsettin. Boş  kafese bakan mavi önlüklü, cebinde taşıdığı bez mendiliyle göz yaşlarını silen ilkokul çocuğu. Sonra yıllarca o mendili saklayan çocuk ,ölüm. Kağıt mendiller o zamanlar bu kadar yaygın değildi Şemsettin, anımsa sen de. Tükenmiyordu o zamanlar her şey bu kadar çabuk, ölüm gibi. Yahya Kemal de “Ölüm asude bir bahar ülkesidir” diyor ya,  güzel bir sözcük aslında ölüm.  Bu açıdan bakarsan yani.  Öldü demek istiyorum rahatlıkla muhabbet kuşuma.Öldü, öldü, öldü. Ama ölüm kayıptır. Onu demiyorum, ölüm kayıptır. Her neyse, kaybetmek diyordum, kendimi kaybettiklerimi saymıyorum. Onları da sayabilirim gerçi. En çok kendimi Kordonboyu’nda yaptığım uzun yürüyüşlerde kaybediyorum mesela Şemsettin.Uzun uzun denize bakarken, ne olduğumu, nereye gittiğimi unutmuşken. Bir sinema çıkışında filansam hele. Bir de metrolar, avmler, kredi kartları ile boğuşurken distopik korkunç bir zamanı yaşadığımı düşününce kendimi kaybediyorum. Geçenlerde  yeni atanan öğretmen arkadaşım depremde  ölünce de kendimi kaybetmiştim. En çok geceleri kendimi kaybediyorum diyebilirim. Nice zamandır kendimdeyim ama Şemsettin, ne yazık.

Görkemli kaybedenler var Şemsettin . Senin anlattığın o hikayedeki gibi. “Çöpçü ya da padişah olduğunun önemi yok. Oyunun sonunda iyi oynayan alkışlanıyor. Hangi rolde olduğunun önemi kalmıyor.” Fatih’in İstanbul’u o kadar genç yaşta İstanbulu fethetmesi bile anlam kazanıyor bu durumda. “Çünkü babası padişahtı!”

Bağlanacak bir şeyi olmayanların kaybettikleri olmak istiyorum Şemsettin. Herkes bende kaybettiklerini görsün istiyorum. Tek bir bedende bütün kaybedenlerin acısını yaşamak istiyorum. Babası padişah olmayanların, babası olmayanların, inanacak bir Allah baba bulamayanların, Allah’a baba denmesine karşı çıkan babaların kaybettiklerini hissetmek istiyorum. Ve bunları şunu şimdilerde çok iyi anladığım için istiyorum.

“Çünkü biz aslında kaybettiklerimiziz.”*


Amoresperros filminden

4 Mayıs 2012 Cuma

deizm bir kız dinidir!


“Deizm bir kız dinidir ya Rıfkı,  ben çok gülerim.Kitabın uğramadığı yurdum kızları,  (her türlü kitabın tabi Rıfkı, yanlış anla! ) bu noktada, “Yani ben inanıyorum amaaa,dinleree deyiil, yani bi yaratıcı, bi güüç” şeklinde cümleler kurarlar ya da kuramazlar hani, son derece gülünç bulurum onları. İnanmamak da çok inanmak gibi bazen bilmemekten gelir. Ben inanırım ama. Yani konuşurken “Bakaradaki 33. ayete bak!”  deyip, oracıkta ayeti kabaca tefsir edip Elmalılı Hamdi Yazır kesilmek, yahut Mesnevi’den “Olanda hayır vardır” diye bir cümle patlatıp, şerh etmeye çalışmak, Şamanist gelenekten gelen algılarımızdan bahsetmek hep bana göre şeylerdir, biliyorsun.  Sapına kadar savunurum bunları da , çünkü inanmadan yaşasaydım çoktan ölmüştüm.

İnanmamak isterdim aslında Rıfkı. Sözcüklerin büyülü olduğunu düşünüp her gün on vakit havaya üflememeyi isterdim. Varoluşumu inandıklarım üzerinden anlamlandırmamayı da , idealizmi hayatımın her yanına sindirmemeyi de isterdim. Ne bii’lim işte Rıfkı. Dediklerimi yapsaydım, tuğla gibi romanları sevmezdim o zaman. Hayatımın kutsal kitabı Oğuz Atay romanları filan olmazdı. Aynı ve benzer cümleleri tekrar edip, tutunamadığımı haykırmak için kelimeler yığını arasında boğulmazdım. Harfler üzerime çökmezdi. Oyunlar tehlikesiz olurdu ve dahi oyunlarla yaşamak zorunda kalmazdım.Korkularımla bekleyip durmazdım. Ben o kelimelerin arasından “inanmak” , “umut” , “iyilik” gibi beş para etmeyenlerini seçmezdim. Onları seçmek istemiyorum Rıfkı. Umursamazlık, boşvermişlik, değer vermemek gibi kelimeler çok daha çok yakışıyor hayata, ve pek tabi sana!

Umursuyorum ama lanet girsin ki  Rıfkı! İçimde hep tuğla gibi ağır kelimeler. İyi olmamayı kendime yediremiyorum. Umut’un içinde mut olduğunu keşfettiğimden beri bu durumun zengin kafiye olmaktan öte çok başka anlamlara gelmesi beni çok üzüyor.

“Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.” diyor ya işte Oğuzum Atay.

Benim inandıklarım hiç sana gelmiyor be Rıfkı.
,

horovel


solukbeniz'de idim 

Rüyalar nerede başlar?
Gerçekliği nerededir?
Gerçeklik acıyla yoğrulmuş bir sözcük olduğundan mı hiçbir rüyaya sığmaz? Ya da rüyalar güzeli görmekle yükümlüdür? Gerçekle, acıyla, rüyayla ve hikâyelerle yoğrulmuş zamanlar ve zeminlerde gördüğümüz esasen nedir?
Bir rüya ile başlayan Erhan’ın hikayesini geç de olsa ben bugün dinledim. O da uzun uzun  başkalarının hikayelerini dinlemiş. Anlatma geleneğinin “hala” sürdüğü topraklardan bir yığın hikaye derlemiş. Resmi tarihin anlatmadığı hikâyeler. Hiçbir “antlaşma” metninde yazmayan, “anlaşılamayan” hikâyeler. Bunları yaşatmaya ant içen birileri var ama. Masum birileri, suçsuz birileri, özlemin ve acının büyüttüğü birileri…
Rüyasında Ardahan’da doğduğu evin ahır olarak kullandıkları kısmının Ermeni sahiplerini görüyor Erhan.  Evin sahipleri “Neden bu taş ocak bugün bir ahırın parçası?” diye değersizleştirilen evlerinin ve “ocak”larının “hesabını” soruyor. Kendi “iç hesaplaşmasını” yapan fotoğrafçı ise, makinasını boynuna iliştirip bir rüyanın peşinde kendini yollara vuruyor. Yollar ki kendini bulmak içindir; kendi kişisel tarihine, geçmişine, sahip olduklarına, “ben” ine yapılır. Erhan da kendinden bir yığın şey buluyor  bu yolculuğunda.  Aynı geçmişi yaşamış, benzer özelliklere , alışkanlıklara sahip olan insanlarla ortak olan o kadar çok şeyimiz var ki…Tam da bu yüzden “Horovel.” Çünkü horovel, Anadolu’da çiftçilerin tarlalarda çalışırken okudukları kısa dörtlükler anlamına geliyor ve aynı içerikle ve isimle sınırın her iki tarafında hâlâ kullanılıyor.
Kars’tan başlayıp,  Iğdır’ın güney ucuna kadar sınır köylerinde gerçekleştirilen bu proje, fotoğraflardan ve  hikâyelerin videolarından oluşuyor.Bir de bolca hüzünden, acıdan, anlaşılmamaktan…
“Başkasının acısından bakarak” görülen bu rüya, gerçek ve çok yanımızda ve yakınımızda olan bir hikâyeyi anlatıyor. Unutulmak istenen zamanların, unutulmuş zeminlerin hikâyesini… Rüyalar bir gün gerçekleşir, sınırlar açılır mı bilinmez; ama sınırsız ve boyutsuz olan şeyler var: Rüyalar, acılar ve gerçekler gibi…


(videoyu ekleyemedim!)
http://www.agos.com.tr/video/1915-hatirlama-horovel-9