28 Aralık 2011 Çarşamba

Hande Hanımın yalnızlı yaldızlı yanlışları






Beni yanlış anla, hatta yalnız anla. Bak, bu iki sözcük hep yazımı karıştıralanlar listesinin başındadır. Hak veririm sapına kadar karıştırılmasına; çünkü yalnızlık başlı başına yanlış bir iştir!

Çok acı çektim demeyeceğim ben, kimsenin bana acımaması gerektiğini çoktan öğrendim. Hayatı şen kahkahalarla karşılayınca feminist teorilerin bile içi dolabiliyor. Hem erkekler bazen çok kötü . Belden aşağı vurmakta, kabuk kanatmakta, acıları deşmekte üstlerine yok. Sen  onlardan değilsin tabi. Ben seni çok doğru anladım. İyisin sen, hoşsohbetsin. Hem sesin güzel! Ben hep olmadık seslerin, görüntülerin, 19. yy’dan kalma yazarların peşinden koştum. Sana hepsinin kokusu sinmiş. E biraz da denizin. Yaralarına tuz niyetine deniz basan insanlar  iyi terbiye olur bilirim.

Çünkü herkes kendine yakın olanı en iyi bilir. O kadar yakınsın ki bana. Yamacımda olmana  gerek yok. Bazen kahve kokusu, kahvenin kendinden çok daha güzeldir. Sesini duymak yetecek, üç beş satır ve söylenmiş söz de bana yetiyor.

Beni yanlış anla, hatta yalnız anla. Çünkü çok yanlış ve çok yalnızım.


20 Aralık 2011 Salı

"antik acılar"


            Antik Acılar’ın içinden vaktiyle kuruttuğum iki tane çiçek çıktı. Öğrenciye vereyim diye uzanmıştı elim o kitaba. Mor ve beyaz kasımpatları. Kasım patladı. Antik acıların içinde.

     Dün gibi değil ; ama çocukluk anısı gibi hatırlıyorum. İki saat rötarlı bir yolculuk sonrası, Esenler otogarında elinde papatyaya benzediğinden aldığın, bir demet kasımpatı vardı. Morlu ve beyazlı. Bütün otogarın keşmekeşini içimde yaşatmıştı o çiçekler. Annemin İstanbul’da olduğumdan haberi yoktu, yine uykusuz bir yolculuktu, kafam karışıktı ve elinde kasımpatları vardı. Koskoca Esenler otogarının tüm ümitvar ve ümityok yolcuları içimdeydi şimdi. Gülümsedim, kucaklaştık. Seninle ve tüm yolcularla. Üstümdeki beyaz penye, çiçeklenmişti. (Çiçek almak ,tuhaf bir eylemdir. Tüm kapitalist ve klişe kokusuna rağmen, duygu tomurcuklamaya meyillidir)

Bir de yanımda üç beş kitap. Hangileri bilmiyorum. Antik  Acılar’a özel bir anlam yüklediğimden mi, şiirsel bulduğumdan mı ismini, onun içine koymuştum. Sunay Akın’ın o şapşal, komik, çocuk, vıcık ruhunu severim. Daha başka sevdiğim şeyler de vardı tabi. Sen gibi şeyler. Her şeyi rezil ettiğin kavgalardan sonra gönderdiğin pişmanlık açan çiçekler, İstanbul’a gelişlerimde aldığın sevinç taçlandıran çiçekler,  yolda gözüm takıldığında “Hadi alalım” dediğin, sokak satıcılarının satış sonrası yüzlerindeki gülümseme ile açmış çiçekler gibi şeyler.  Biliyorum, senin de dediğin gibi , “çok salak şeyleri” sevmişim.


       Öğrenciye vereyim Antik Acılar’ı. Ya da boşver. Ben insanlara acı vermeyi sevmem. Hem bana artık onlar çiçek alıyorlar bir yığın. Kitap aralarında çiçek kurutan kızlar cumhuriyetinin “salak” bir ferdi olmasınlar. Zaten acılar-hem de hepsi bak, bütün hepsi, çiçekli ve çiçeksiz olanlarının hepsi –artık a n t i k a c ı l a r

13 Aralık 2011 Salı

bazı insanlar çok pis.

Canım Tezer'im en Özlü'sünden sevmediği insan tiplerini yazmıştı bir yerlerde...Nasıl güzel bir liste o. İşte burda:


  • Lodosta başı ağrımayanlar 


  • Uçakta iştahla yemek yiyenler 


  • Karı veya kocasına hayranlık duyanlar 


  • Sabahları genel konular üzerine konuşabilenler 


  • Âşık olunca, ömür boyu sürecek eşlerini bulduklarını sananlar 


  • Kendilerine hâkim olmaları gerektiğini sananlar 


  • Görgüden söz edenler 


  • İnsan dramının bilincinde olmayanlar




  • E tabi ben de yaptım, siz de yapın rahatlarsınız. Katharsis  ehemmiyetli bir şey:


    • Sürekli kendilerini anlatarak , bir nevi masturbasyon hissi yaşayanlar
    • Her türlü ideoloji, düşünceye, manyakçasına inananlar
    • Yüksek ego sahipleri
    • Çok erken uyuyanlar, hep uyuyanlar
    • Kadın cinsinin kompeksli olanı
    • Erkek cinsinin sırf kendini düşünen olanı
    • Sevincini, hevesini kursağında bırakanlar
    • Her nasıl başarıyorsa, karşındakileri en sıradan şeyleri rencide ederek söyleyenler
    • Ben'den hiç uzaklaşmayanlar
    • Hayatları boyunca hiç üzüntüden gebermemiş, ölmeyi düşünmemiş, masallara inanmamış insanlar
                  Tamam, iyi geldi.





    11 Aralık 2011 Pazar

    Bir Genç Kadının Ruh Çözümlemeleri

    Genç kadın sabaha karşı yine en yorgun haliyle uyandı. "Ders mi çalışsam, kitap mı okusam, ödev mi yapsam?" gibi sorular eşliğinde tepişirken, o mühim sorulardan en önemlisini yani  "Çay mı  kahve mi laa?" sorusunu kendine yöneltti. Hayatı da böyle sorular eşliğinde geçmemiş miydi? Sürekli neyin doğru , neyin yanlış olduğunu; neyin faideli yahut faidesiz olduğu sorusunu sormak, "Sanat toplum için mi halk için mi?!"  sorularına tee lise yıllarından beri mahkum olmak ne kadar da hazindi! Allahtan postmodernizm icat edilmişti de  her şeyin üstüne çöküp rahat ettirebiliyordu.Kahve içerken genç kadınımız, çay demlenebilirdi.

    Sonra " ev , otel, oda"nasıl metaforlar diye düşünmeye başladı. Uzun zamandır bok götüren odasını Allahtan bugün annesi temizlemişti. Geçenlerde "Çok dağıldın!" diye carlayan annesine, "Bir araya getirilmemiş kelimelerin dağınıklığı anne ama.."demişti. Gözlerine taktığı hüzünlü ifade bir işe yaramış olacak, annesi gıkını çıkarmamış, bugün evi pir ü pak etmiş, üstüne "Dağıtmazsan sevinirim! ile yetinmişti.

    Böyle böyle gece sürerken, bir halt yapmadığını anlayan genç kadımızın içine fenalıklar gelmişti. "Küsuratlı saatleri sevmiyorum.." diye mırıldandı. " 4.48 ders çalışmak için kötü bir saat... Beş olsun.Öyle çalışırım" dedi. Bunu sevmemesinin nedeni o allahın salağı külkedisinin saat gece yarısını vurduğunda, tam 12'de eve dönme zorunluluğu olabilirdi. "Bilinçaltıma koyim!" diye geçirdi içinden. Gerçi eskiden saat tam 12 yi vurduğunda ,  ders çalışmaya başlardı. Üç beş adama da bunu " Ben külkedisi misali 12'de başlıyorum gerçek hayata..." diye yutturmuşluğu vardı. Prenses filan zannediyordu kendini bir vakitler işte haspa genç kadınımız. Neyse, haddizatında Külkedisi ilk defa bir yaralı parmağa işemiş, onun gece oturma sürelerini belirlemesinde yardımcı olmuş, 12'de başlayan saatin ilerleye ilerleye 5, 6 olmasına olanak sağlamıştı.

    Ardından ne mi oldu? Bi cacık olmadı pek tabi. Genç kadınımız "Of Allam,mum ışığında çalışıcam, daha iyi ambiyans olacak" diye söylenerek masasının başına geçti. Kahve bitmiş, çay demlenmiş, külkedisi ölmüştü.

    4 Aralık 2011 Pazar

    dedim şiir nedir, dedi iyidir

    Ahmet Hamdi Tanpınar'ı anlayacak kudrette değilim.Deha değilim. Olamadım! Şiir bazen sadece şiir için olsa , ne kadar kolay.. Sadece şiirleri okusak, detayına inmesek. Sütün kaymağını sevmek gibi bir şey bu ;ama vitamini de lazım gelir kii, ruhumuzu besleyecektir. Beslesin lütfen. Yoksa bu kadar demli ve katran gibi çayı bünye kaldırmaz. "Sen ellerle demlenirken, ben çay bile içmedim" deyip şiir denen mahlukatın taaaaaa ötesine geçen(!) Yıldız ablamıza selam olsun.


    Fransız Edebiyatı'dan epey aparılmış bir şiir anlayışımız var, Parnasçıların sembolizmini kopyalamıştır Haşim. Yahya Kemal'in şiiri aşırı sağlam olsa da Fransız şiirinin etkisi- Baudelaire, Rimbaud, Verlaine akisleri gırladır. Modern şiir dediğimiz şey bizde başka şekillerde tezahür eder ki, bunun balangıcı nerdedir, nereye gitmektedir accayip tartışılır.


    Şiir nedir sorusuna en güzel cevabı da Ülkü Tamer vermiş, ben bunu da Metin Altıok'un Şiirin İlk Atlası'ndan öğrendim. Ne de çok sevdim o atlası...
    "...

    12
    Şiir ölümün gölgesidir, yaşamanın örtüsü.
    Çocuğun savunmasıdır şiir.
    13
    Şiir kumsalın eleğidir, kayanın tortusu.
    Mermerin sunduğu damardır şiir.
    14
    Şiir uykusuzluğun şiltesidir, uykunun haritası.
    Balkonun uyanışıdır şiir.
    15
    Şiir ateşin habercisidir, yangının kundakçısı. 
    Yanardağın üstündeki kuştur şiir.
    ..."


    21 Kasım 2011 Pazartesi

    beşiği sallayan el dünyaya hükmeder

    Halide Edip'in ilk öykülerinden birinin başlığı bu..." Höh, cümleye bak!" deyip "benden önce bir başkasının" yine söylemiş olduğunu görmek , pek acı. Babaannem de çok şey söylüyor kendimi bildim bileli. İkisini nasıl bağdaştırdı şu tuhaf bilinçüstümaltımher yanım bilemedim ama muhtemelen bir vakitler  dikkat çekmek için ilkokulda Halide Edip'in  Handan romanını okuyordum.Babaannem de o romanla ve gençlik anılarıyla ilgili şeyler söylemişti. Oralardan aklımda kalmış olsa gerek...Gerçi o daha çok Kerime Nadir sever, bir de Hayat dergilerini biriktirirmiş ama arada vatanperver romancıları övmüşlüğünü hatırlıyorum.O romanı daa sanıyorum ilkokul öğretmenim almıştı. Neden almıştı o da ayrı mevzu tabi. 12 yaşındaki kız çocuğuna okutulur mu o roman! Adamı kitaptan soğutur,  ya da hayattan. Ben de daha o yaşlarda hayattan soğuma etkisi yapıvermişti. Gerçi şöyle de bir şey vardı: Kitap okuyunca çok acayip saygı görüyordum, babamın bile beni sevdiğine inanıyordum, bir de süper başarılı bir ilköğretim ve lise hayatı geçirmemi sağlamıştı o tuhaf okuntularım*.


    Babaannem de dünyaya hükmeden kadınlardandır... Metanet diye bir his varsa onun içini sonuna kadar doldurmuşlardan... Biraz bıraksalar evleri, oğulları, kızları, akrabalarının ötesinde her yanı çekip çevirebilecek güce sahip olanlardan... Dünya leş gibi bir yer olduğundan mı ne, her şeye aşırı titiz, temiz, hassas yaklaşan; evlerde sürekli temizlik , yıkanma ,arınma halini yaşatanlardan. Ya da dünyanın bunca bozuk düzenine inat evdeki her şeye bir düzen koyup, o düzeni muzaffer bir kumandan edasıyla koruyanlardan...

    Fotoğrafın altına bir tarih düşmek gerekirse: Şimdi romatizmanın eskittiği elleri ile her şeye yine hükmetme çabasında babaannem. Ben seviyorum diye ayrılmış, pembe kapaklı cam kasedeki "elceğizleriyle" yaptığı enginar ikramından sonra, şu hallerimi  "İki kanat bir kuyruk , o da başına buyruk!" sözleriyle eleştiriyor oracıkta. "İki senen daha var, bu kafayla giderseen, kaldın evde!" diye de ekleyerek bir  görücü listesi sıralıyor. "Off babaanne yaa" diyerek, çantamdan aldığım  lokumları ve fotoğraf makinasını çıkarıyorum. "E kızım sana alma demiyor muyum" diyor, lokum paketiyle keyfi yerinde...Benim  çantamda ek bir şey daha var.  Halide Edip'le ilgili ders notları...

    15 Kasım 2011 Salı

    anlam

    Beni her şeye mana yüklemek yordu.




    İsim , ki mananın kabıdır, her şey isimle var olur. Tüm yaradılış hikayeleri bu konuda ehemmiyetli şeyler söyler (Bu konuda da yorgunum, çok düşündüm, nasıl ortaya çıktığımız konusunda çok fikrim var ama uyduruk şeyler. Yani Adem'in kaburga kemiğinden yaratılmış olmaya kimse inandıramaz beni. Bir erkekle var oluşumu anlamlandıramam ben bilader. Kırk Elmalılı Hamdi Yazır gücünde olsanız inanmaam, yemez, cırt yani. Epey şeyler okudumdu bunun üstüne. Güzel şeyler. Kuran'dan bir şeyler. Nazan Bekiroğlu'ndan şeyler sonra. Mitoloji ile alakalı şeyler bir de. Marks da tabi. Gerçi onunla bozuşalı çok oldu. Ben çok üzgünüm Marks, sen bunu anlamadım. Tarihsel materyalizminin göz göre göre çöküyor olmasına değil, insan dediğimiz şey 'sonanlamyükleyicisi' iken, böyle iğrenç kapkatı gerçeklikle önüme gelmene... Her şeyi ayna gibi apaçık göstermene.Gerçekten çok üzgünüm. Aynaların ardı sırlıdır halbuki Marks, eğer oraya  ayna koymuşsa biri güzaftan değildir. Muhakkak  anlamı vardır. O aynanın oraya biri tarafından konmuş olduğunu düşünürsek, evreni de buraya koyan bir şeyler olmalı. Tikel-tümel hesabı. Sen seversin.Yine anlam yükledim biliyorum, olayımız bu kadarcık ama...) İnsan sözcüklerle var olur, sözcüklerle düşünür. Şiir dediğimiz şey ise zannımca, bütün bu karmaşık halet-i ruhiyeye mana yükleme işidir. Üzüntüden gebermeye, "Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim demek" , duyguların en pisi olan ölüm için "Ölüm asude bir bahar ülkesidir" benzetmesini yakıştırabilmek, "Karlı kayın ormanında" dahi , "Aslolan hayattır!" ı söyleyebilmek, ya da ne bilim işte saydıklarım önünde ceketimi ilikleyerek ve daha sayamadıklarımdır. Bu gece de Turgut Uyar'dır, Lale'dir, Gül ten'dir, Nilgün'süz Marmara'dır, en Özlü'sünden Tezer'dir.


    Ve en güzel isimlerden biridir bulunmuş , ruh Hallac'ın pamuğu gibi atılırken  bir duyguya"Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel/ Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu/ Bu derde düşmeden önce..."






    Saat 4. Çok yorgunum.

    2 Ekim 2011 Pazar

    anne bak blog yazdım.

    Anne bak blog yazdım!

    Hayatımı anneme ithaf ettiğim cümleler içerisinde geçirmenin, bir hastalık, obsesif bir tavır, ana kuzuluğu olmadığını anlamam yirmi beş yılımı aldı.

    Daha da fazlasını alabilirdi. Ama zorunlu olarak erken büyümek zorunda olan kızların kaderini yaşamıştım; tüm anneannelerim, babaannelerim, ve dahi teyzelerim -halalarım gibi.



    "...Çünkü masalların yalan olduğuna annem benden çok evvel inanmıştı. Çünkü hanım kadın olmak uğruna bildiği bütün reçel tarifleri ve muhteşem hamaratlığı her defasında "kek"lenmişti. Ve annem topluma kabulün günlerinde aslında "kısır" kaldığını sonradan bilmişti. Bütün köfteler bazen çok içliydi."


    Yerinde küfretmenin erdem, rahatlığın önkoşul, paranın güven, güvenin iktidar, iktidarın da fallussuz olabileceğini benden yirmi yıl sonra anlayıp, "dizini ve kızını" hiç dövmeden anlattığı için gerçekten çok şanslıyım.


     Artık aramızda zaman farkı hiç mi hiç kalmadı onunla.


    Bu blog sana anne, yazmaz isem borcumu nasıl öderim?