23 Nisan 2012 Pazartesi

Öküz:.


Çok sıradan şeylerden bahsetmek istiyorum Rıfkı. Sıradanlığın dibine vurmak hatta.  Dondurmayı neli alacağımızın kavgasını verelim istiyorum. “Karadut istiyorum ama ben...” diyeyim, sonra da “karadut” kelimesine takılayım. “O ne şiirsel meyvedir arkadaş. Birhan Keskin şiiri gibi, karraaa” diyeyim. “Sarısabır” diye bir bitkinin olduğundan , sabrın renginin sarı olduğundan bahsedeyim istiyorum. Sonra işte senin gözlerin için  mesela “Haki!” onlar diye tespitte bulunmak istiyorum. Ardından “Mey biter saki kalır, her renk solar haki kalır.”diye edebi damarımı attırıp, bir dize patlatmak, dizeyi de oracıkta şerh edivermek istiyorum : “Haki derken; yani şair burda, hak rengi diyor, toprak rengi, öleceğiz yani Rıfkı, her renk soluyor bak. Dünyayı fazla ciddiye alma!”

Sıradan şeylerden bahsedemiyorum ama anladığın üzre Rıfkı. Hayatı sıradanlaştırıp gezegen insanı gibi yaşayamıyorum. Dünyanın yuvarlak hatta geoid biçiminde olduğu gibi gereksiz bir bilgiyi bile sindiremiyorum. “Dünya kutuplardan basık, ortası şişkincedir. Tıpkı bir domates gibi...” Kahvaltıda domates olmaması beni üzüyor. Senin sabahın köründe sırf bu yüzden  markete gitmişliğin vardı ya ;dünyanın domatese benzemesi bilgisinden çok daha önemli bir bilgi benim için bu Rıfkı anlıyor musun!

Dünyanın öküzün üstünde olduğu gerçeği beni daha fazla rahatlatıyor. Osmanlı kozmogonisinde buna pek başka açılımlar getirirler Rıfkı. Seni sıkıp bunlardan bahsetmek istemiyorum. Mavi kaselerde dondurma getiren biri olsun istiyorum ben sadece Rıfkı, dünyanın bir boka benzemediğini anlayan biri. Ha bir de artık öküze tapmamak istiyorum Rıfkı, lütfen beni anla!

14 Nisan 2012 Cumartesi

İki medeni insan gibi

Sana bu satırları yazarken, sütsüz neskafe içiyorum Rıfkı. Ha kafeinsiz bir de. Selülit melülit hesabı. Süt ile sigara içmeyi filan da severim. Zehirlerken kendimi bir yanda faidelenmek iyi bir şeydir. Kendimle deneyler halindeyim senin anlayacağın Rıfkı. Evde sütün omamasından kaynaklanan bu durum, bana seni hatırlatıyor. Bana her şey seni hatırlatmıyor da, ben hatırlamak için kıçımı yırtıyorum. Çünkü sırf ben kahveyi sütlü içiyorum diye, dolapta süt bulunduruyor olman benim için tek taş, beş bin tane gül, mumlar, romantizmalar muadiliydi.

 Ayrılmanın iki meden insan gibi yapılacağını hiç bilmezdim. Hiç düşünemezdim. Bunu da yaptım ya , huhuuu! Annem hep şey der “Hanfendiliğinden, ödün verme!” Bense onun bu söylemine “Sokucam hanfendiliğine ha, itoğlu ite...!” gibi yanıtlar vermeyi düstur haline getirir-d-im. O geceki konuşmamızı görse, kesin alnımdan şap diye öperdi. Gerçi annem çok evvelinde  “Sen onun için bence çok fazlasın Hande...”, diye egomu zıplattıracak şeyler de  söylemişti ama, yo dötüm kalkık değil, mevzu bu da değil!”

 “İki medeni insan gibi ayrılıyoruz...Ne komik. İyi de Rıfkı, madem buydu istediğin; sekiz aydır ne diye uğraşıyoruz? Senden beş yüz kere ayrıldım. “Hayatında yer edinmek istiyorum” cümlelerini kuran; buna karşılık  “Hayatımın içine etme!” diyen benim. Bana hiçbir şeyi kanıtlamak zorunda değildin. Yok abi, Issız Adam, Kaybedenler Kulübü tripleri bunlar; yemezler. Hayır ne münasebet saçmalamıyorum, bırak Allah aşkına. İlişki diyorum, bir dinamiktir; olanını yaşarsın. Bu şablonlardan kurtul, yaşayamıyorsun,yumuşat köşelerini, hayat kanırtacak bak. Hayır özür dilemeni istemiyorum. Bu filmin kötü adamı benim hem, ne münasebet, ha bir de enayisi...!

Senden nefret ediyorum, çünkü sevginin bir izdüşümü bu. İyilik ve kötülük gibi. Biri olmadan diğerini anlayamazsın. Sen de benden nefret et, mutlu eder beni. Yok, gerçekten edebilirsin. İnan sevmemekten çok daha taşaklı bir duygu. Güzeldi her şeye rağmen, tabi insan yaptıkları için değil yapacakları için üzülüyor. İzmir müzeleri, Olimpos gezisi, dövmeler, Pink Floyd, Polaroidler filan... Bir de ben şizofren gibi bir şeyim ya, şeyler üzerinden yaşam sürebiliyorum. Neyse, neyse...Samsun’a da gitseydik,senin memlekete,  ne güzel olurdu yollarda olmak şimdi. Gerçi Samsun asfaltı, Ankara dolaylarında biliyorsun. Mamak’ı da görürdük. Sinop Cezaevini daha çok merak ediyorum ben, dertlerim şaha kalkıyor ondandır. Bir yolculuk hikayemiz olsaydı iyi olurdu. Hem sen derdin “İnsan insanı en iyi yolculukta tanır.” Benim kahvem bitti Rıfkı, kalkalım mı...?”

 

İki medeni insan olduğumuz için kendimden o an nefret ettim Rıfkı.  Basıp gitmek, küfretmek, olay çıkarmak istedim. Saçlarımı savurup, gülümsemeyi tercih ettim.  Medeniyet ve bedeviyet diye birbirine iki zıt kavram var ya, ben bedeviliği yeğledim. Tabi bahtsız olan kısmı, orası ayrı. Göçebelik damarlarımızda var, göçüp geçen şeyler her yanımızda...

Bu satırları yazarken bu kahve bitti Rıfkı.

Sütsüz de içilebilir tabi, senin içtiğin gibi, zıkkım kıvamında.

Hayatı kendine zehir zıkkım etme Rıfkı, bu son sözümdür sana.

Hoşçakal.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Hande'nin Veda Busesi ya da Rıfkı'nın Aşkı

 Vedaları beceremem Rıfkı. Yüzüme gözüme bulaşır. O esnada akan rimeller ve dağılan göz makyajı da.  Kötü bir tablo çıkar kısacası ortaya. Çarşamba pazarına dönmüş dramatik bir surat, gecelerce uykusuzluk, sigaralar, kahveler, sanat seviciliği bir de işte.
 Bizde aile geleneğidir  layığıyla veda edememek. Bu tavrım gelenekten geliyor yani. Kırılan dökülen kapılar camlar sonrasında , kırılan dökülen kalbiyle veda eden bir annem vardı. Bakma bu kadar duygusal anlattığıma, domuz gibiydi aslında. O bavula kendine ait üç beş şeyi tıkıştırmış, pek çok şeyi unutmuş; yeni bir kendini bulma yolunda emin, hızlı, küfreden adımlarla kapıları çarpmıştı. Teyzelerimin filan da benzer hikayeleri vardı. Ben bunları iliklerimde yaşamışken, sana  güzel güzel "Hoşçakal canımın içi, hoşçakal..." diyemezdim. Desem de anlamazdın. Ahmet Kaya dinlememiştin. (Cnbc-e dizileri izleyip, bira içiyordun. Ben o esnada anneannemle çay demleyip Fatmagül izlemekle meşgul oluyordum.)Sonra  o her vakit araya serpiştirdiğim şiir dizelerinden bir iki tanesini araya sıkıştırıverip, gözlerimi kocaman açarak ve canını yakarak bakamazdım. Yapabilirdim ama yapmazdım, ayrılık konusundaki üslubum kesinlikle ve kat'iyetle bu değildi.
O ayrılık öncesi bağrış çığrış hallerimin, asabiyetimin, ağır delikanlı abla tavırlarımın ardında yatan gerçek çok acı-ymış aslında Rıfkı. Kendim beni kenara çekip, "Gel bak bir iş çıkışı kahve içelim." dedikten sonra söyledi. Hepsi  yalnızlıktanmış. Daha doğrusu yalnız kalma korkusundan. İt gibi korkuyormuşum ya tek başıma kalmaktan, ondanmış aşırı tepkim. Kendim buna psikolojik bir sürü şey de sıraladı. İşte yansıtma mekanizması, Freud falan filan. O kısımlarını iplemedim. Şey dedi bir de, "Hengame sonrası da ayrılsan, en romantik halinle de ayrılsan bir sürenin sonunda aynı duygular kalıyor. Yani kavga dövüş ayrılıp en fazla kendini rahatlatıyorsun, o da kısacık bir zaman..." Sapına kadar haklıydı. Bazen böyle bir hidayete ermişliği tutar. O zaman onu 40'ını aşmış bir yaşlarda, bir gece kulübü taburesi üstünde "Bak aslanım, iki tip kız vardır..." diyerek gençten bir oğlana nasihatler verirken,  sonrasında nağmeli bir sanat müziği şarkısı söyleyecekken tahayyül ederim. İşte çok Türk filmi izlemişlikten oluyor bu tripleri de salağın.  Onunla deniz kenarında uzun uzun yürüdük sonra. Hak verdik, veriştirdik. Kendimizi de ödüllendirdik, pasta, Zara ve D&R'la. Dönüş yolunda kredi kartımızda -150 yetele, zihnimizde bir yığın artılar, alınmış kaloriler ve tebessümümüz vardı.
O dünya haritası puzzleını yap iyi mi Rıfkı? Beraber yapacaktık, gerçi beraber yaptıklarımızdan çok yapamadıklarımız üzerine bir ilişki yaşadık. Eskiden dünya haritalarını ressamlar çizermiş, bilirsin. Sonra o ressamlar resmin bir yerine bazen küçük bir adacık yerleştirirlermiş. Pek çok denizci orada bir ada olduğunu zannedip kaybolmuş. Halbuki o küçük adayı esasen sevgilerine armağan ederlermiş.  Çok romantiksin deme bari bu sefer, ağzına sıçayım!
Benim çevrem ise sevgililerine seksen metrekare mutluluğu çok gören adamlarla dolu Rıfkı. Sen de herkes gibisin demiyorum ama sen de herkes gibisin be Rıfkı. Rıfkı mor çiçekler zamanı, hem yağmurlar filan da var. İklim şartları diyorum Rıfkı, ayrılığa pek elverişli. Eski sevgilime yazdığım bir şey için olay çıkarmıştın, al işte şimdi bütün cümleler sana.  Bunlar sadece kağıtlara dökülenler, içimdekileri sayamıyorum.
“Raif,  ben şimdi gidiyorum. ama ne zaman çağırırsan gelirim” diyordu Maria Puder.
Beni çağırma Rıfkı.

Hoşçakal.

6 Nisan 2012 Cuma

bağcıklı yazı

Yazdığım her cümle eksik kalıyor bazen bayım. yaptığım her işin yarım yamalak, ruh halimin sersem sepelek olması gibi. Sepelek kelimesini ayrıca severim, çağrışımları pek güzeldir . Sulusepken karı, domatesin üzerine sepelenmiş kekiği , insana yaşama nedeni bulacak şeyleri anımsatır. Yaşam dediğimiz başlı başına bir hüsn-i ta'lil zaten bayım. Yo yo, edebiyatçı gibi konuşmuyorum. Hani lise sıralarında, her şeyi iyi güzel bir şeye bağlarlar ya şairler, hani şair de şey der ya "Güzel şeyler düşünelim diye, yemyeşil oluvermiş ağaçlar..." O hüsn-i ta'lil işte ,benim en çok yaptığım.


Beni anlamanızı da beklemiyorum bayım. Ama benim belime kadar kırmızı saçlarım var. Beline kadar kırmızı saçları olan biri, çok tehlikeli olabilir. Her şeye yetebileceğini sanabilir , red sonja kesilebilir. Acı eşiğini bir kere aştığı için, hiçbir halttan korkmayabilir. Uzun uzun zırvalayabilir sonra. Hayatını uyumamak üzerine kurabilir. Bu uyanıklığını gündüzleri göstermediğinden ayakta uyutulabilir. Siz her gece bu kadar erken nasıl uyuyorsunuz bayım, yok yanlış anlamayın. İnsan yatağa girince bütün karmaşık fikirler çullanır ya üzerine,yani benim hep öyle olur. Beyaz çarşafların yumuşatıcı kokusuna inat, kapkara kokusu kötü düşünceler gelir. Koku hafızası diyorum, hani elli yıl süren en güçlü hafıza. Kokunuz da olmasa, sizi hiç tanıyamazdım.  Çocukluğum gibi kokuyorsunuz, size o kadar düşkünlüğümün nedeni belki budur. Belki beni sıkboğaz etmemenizdir. Sıklıkla boğazıma kelimeler düğümlemenenizdir. Belki başka şeylerdir, mantığım şu sıralar pek alengirli.


Bayım diyorum, bazen güzel sonlara bağlayamıyorum.


Ben sizi şu sıralar hiçbir yere bağlayamıyorum.


Bağlanmayacaksın, diyen şiirlere karşın, ben düğümler için yaşıyorum.


B-ağlayamadım...