19 Temmuz 2013 Cuma

Nasıl Evde Kaldım-4

O işler öyle değil anam babam, o işler öyle değil… Delikanlılık ve dahi adamlığın hiçbir cüzünde bulamazsın yaptıklarını. Dipnotlarını deşsen, referans kaynaklarına baksan yine bir halt çıkmaz. Belki ileri gidip  bütün arabesk şarkıları, bütün acıklı Orta Anadolu Türkülerini tararsın; fakat onda da bir şey bulamazsın. Acıların kralı Oğuz  Atay babamızın,tuğla gibi kitaplarında   “Dağılın kukla oynatmıyoruz burada, acı çekiyoruz!” gibi acının nasıl yaşanacağına dair şeyler bulursun da öyle şeyler bulamazsın!

Denmez öyle gadasını aldığım, denmez…Erkek adam, ayrıldığı nişanlısına “Ne olur görüşelim, seviyorum, özlüyorum, geberiyorum!” diye saatlerce yalvarıp, nişanlısı onu reddedince ertesi günün sabahına “Kusura bakma, boş anıma geldi, heeem benim yeni sevgilim vaar, senden genç taam 24 yaşındaa, senin fotoşoksuz halinden bile güzel, hafta sonu onunla Çeşmeye gideceğim ben…” diye mesaj atmaz. Derse maazallah suratına tükürüverirler adamın, şerbetini bile akıtırlar Alimallah!  “Biz onu bir ziyaret edelim mi Hande?” sorusuna bile tenezzül etmezler bilseler. Sordular o soruları bana ciğeri beş para etmezim, hep sordular. Da ben diyemedim, böyle böyle diye…

Yani benim yüzünde ve kalbinde faça izi olmayanım, acı dediğin öyle yaşanmaz. Demet Akalın şarkıları gibi yürümez bizim buralarda işler. “Sevgilimii koluna takarım, bebekte üç beeş tur atarııım, olmadı bi dee sinema yaparımm” şarkılarını söylemez sert adamlar. Deseler deseler , “Bozar mı sandın acılar, belaya atlar giderim!” gibi t.şaklı şarkılardan giriş yaparlar acıya. Ya da arkasına bakmadan delikanlı gibi giderler. 'Yeni başlayanlar için adamlığa giriş'te hep böyle şeyler yazar. Bakma ben de bazen Demet Akalın şarkılarına eşlik ediyorum, elimde sex on the beach, üstümde janjanjan mini bir elbise ile… Giderin ne olduğunu da biliyorum ben Fosforlu Cevriyesizim. Ama öyle yerlerde hep “Bok var buraya getirdiniz, meyhaneye gideydik iyiydi!” diye sayıklanıyorum.

Jilet gibi adamların arasında büyüyünce hep böyle oluyor Helalim olmayanım. Kenar mahallelerin, mahalle mekteplerinde , ağabeyleriyle büyümüş kızlar başka oluyor. Ağabey dediysem, öyle öz ağabey anlama kadersizim; mesela bir Harun Abi vardı mahallede,  içeride belini kırmışlardı aşırı ideolojisinden(!), karısını döven ve bir polis olan yan komşumuzu hastanelik edivermişti. Abi demiştim, “korkmadın mı, niye böyle yaptın adama?”, “Oportünist pezevenk! Diye delirmiş bir halde cevap vermişti. Anti emperyalist, anti oligarşik bir gençlik hareketinden dem vurmuştuk ardından uzun uzun. Sonra bir de Şeref abi vardı…

Uzatmayayım gülüm balım, bakma böyle anlattığıma. Bizim entel camialarda da acıya başka adlar verirler. Trajik ve patetik arasındaki farkı anlatırlar uzun uzun. Trajik olan, kadere başkaldıran kahramanın çektiği acıyı anlatır, onurlu bir acı sayılabilir bu nereden baksan. “Patetik” olan ise daha baştan kaderin sillesini yemiş, ya da bir yerlerde ezilmiş ve aşağılanmış olanın acısını anlatır . Seni ne tarafa koyduğumu tahmin edersin, filmlerdeki yan karakterim . Ah benim Kadir İnanırsızım, Türk filmlerinden zerre feyz almamış olanım, Genç Werther’in çektiği acıları bile hiç bilmeyenim…

Bu yazıyı edebiyatı patlatarak acıya dair bir dize ile bitirmek isterdim ; ama ne "Gün gelir acılar ezberlenir, iyileşir zamanla yaran.." diyen Yıldız Abla, ne de Siddharta da acı tanımını "verdiğimiz kadar alamadığımızda duyduğumuz duygu" diye yapan Hermann Hesse iyi gelecek bana.  Acı çekecek bir yer, acıyı dibine vuracağım bir ayrılık bile bırakmadın bana hiç değmezim.  Daha fazla "acımadı kiii" diye bağırma acıların çocuğunu yanlış anlamışım, ben başından beri yaptığım gibi en racom halimle susuyorum delikansızım...

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Nasıl Evde Kaldım-3

Gelinlik giycem diye kıçını yırt!


Hangi masal işledi bu kadar kanımıza bilmiyorum. Kimin bize dandik bir gelinliği bu kadar muhteşem, bu kadar harika, tılsımlı bir giysi olarak anlattığını da… Küçükken gittiğimiz düğünlerde elimize tutuşturulan gelin telleri mi, her evin salonunu süsleyip dönemin modası gelinliklerle son derece şebelek görünen evli barklı insan fotoğrafları mı, perdeden gelinlik yapmayı marifet bilen çocukluğumuz mu? Bilmiyorum.  Tek bildiğim o giysiyi giymeyi her daim çok istediğimdi. Üstelik öyle bir gelinlik giyecektim ki, prensesler gibi olacaktım! “Sadeliğin ihtişamı” nı cümle aleme gösterecek, “az her zaman iyidir” diyen Coco Chanel ablama bir selam çakacaktım.

Bu yolda emin adımlarla ilerlerken babası gelinlikçi olan bir öğrencim ısrar etti de etti. Ve söz konusu gelinlikse, benim için gerisi teferruattı. Edebiyat dergilerinden , gelinlik dergilerine terfi etmiştim hem. Sahafım Doğan Abi, bir sürü  gelinlik dergisi bile hediye etmişti. Bak Hande Bak. Bat dünya bat. Bir leitmotif olarak gelinlik, hayatımın merkezindeydi.
Nişanlım olan zat-ı muhteremle gittik gelinlikçiye. “Yanii” dedim, “sade bir şeyler..” dedim. Son derece yeni gelindim o sırada. “Öhööö, ben bu modellerin hepsine baktım. Bana prenses etekle gel abla!” diyemedim haliyle. “Ben seni anladım.” diyen dünya tontinisi Sema abla, bana şak diye bir model gösterdi. “Hah”  dedi, “bu” dedi. Şöylee bir baktım. Ehh dedim içimden. Üzerime nasıl giyeceğim konusunda en ufak bir fikrim olmayan bu dev kıyafeti giymeme yardımcı oldu. Ve o gelinlik cuk oturdu! Aynada kendimi aşırı beğendiğim nadir anlardan birini yaşıyordum. “Güzel oldu eehe..” dedim çıkınca yeni gelin modumdan ödün vermeyerek. Herkesin de onayını aldım.

Sonra birkaç gelinlik daha denedim ama ilk giydiğimin bomba etkisini yaratmadı. Almaya karar verdik gelinliği. Prova için gündür saattir ayarladık. Zira gelinliği giydiğimde 58 leri gösteren kantar, 55 kiloyu göstermeliydi, ay parçası gibi yanaktan ibaret bir gelin olmak istemiyordum!

Anneme gösterdim gelinlikli fotoğraflarımı. “Prenses benim kızım” dedi. Gözleri dolar gibi oldu ; ama kendisi benden katbekat daha yiğit olduğu için o da bok sürmedi. Sonra oturup uzun uzun kına gecesini nerede yapacağımızdan konuştuk. Şalvar mı? Giyerim. Kına mı? Yakarım. Bu yolda her şey mübahtı nezdimde.

Sonra ayrıldık işte. Bir ayrılığın en kötü yanı onu durmadan hatırlatacak şeylerdir. Ve dostlarım, şairin dediği gibi, unutmak değil ama hatırlamamak mümkündür. Evde izdivaç programları izlerken çalan bir telefon bazen çok fazlasıdır.

-Handecim canım benim, ben gelinlikçi  Sema teyzen, akşam yedide provan, unutmadın di mi?
-Ya şey, unutmadım tabi de…
-...?
-Biz ayrıldık, kusura bakmayın, yani ben de size haber veremedim, şey oldu, işte…
Sonrası çatallanan ses, burun direğinde sızlama ve hıçkırıklar…
-Ağlama be güzelim, ağlama kızım. Bak her şey nasip kısmet. Olacaksa olur zaten. Hayır vardır her işte.
-Öyle de, tekrar kusura bakmayın.
-Bak beni de ağlatacaksın şimdi, ne oldu anlat bakayım.

Kısa bir özet geçtim. Sonra Sema teyze de ağlamaya başladı. İkimiz bir dakika kadar karşılıklı ağlaştık. O an dünyanın bütün gelinlik diken terzileri bizim için saygı duruşundaydı. Bütün gelinler siyaha bürünmüştü.  Coco Chanel de Kemeraltı’da bir gelinlikçi dükkanına konuk olabilirdi . Her şeyin mümkün olduğu anlardan birini yaşıyorduk.



Ayrıldıktan sonra ilk sildiğim fotoğraf o gelinlikli fotoğrafımdı. Gelinliğin matah bir giysi olmadığını anlamam kısa bir zamanımı aldı. Masalların toplumsal cinsiyet ürünü olduğunu anlamam ise 26 yılımı. Prensesler mutlu sona kavuştuktan sonraki yaşamlarını anlatsalardı çok daha gerçekçi insanlar olacaktık. Her daim kurtarıcı bir prens beklemek yerine, “Çıkıyorum ben bu saraydan, yedi tane boklu cücenin evini temizleyeceğime kendi evimi temizlerim!” deseler , daha gerçekçi. Cam tabutun, cam ayakkabının aslında bekaret sembolü olduğunu , onun da bir halt olmadığını fısıldasalar, daha insan. Ve bütün masallardaki prensesler şatolara, saraylara, kulelere hapsolmak yerine üvey ve kötü olmayı isteyip süpürgelerine binerek etrafın tozunu attırsalar daha özgüvenli.

Kına gecem de epey bir süre olmayacak gibi görünüyor. Kına yakmak başka bir ritüeldir. Kına , kan akıtılacak olan canlıya yakılır. Askere yakılır, çünkü şehit olacaktır. Kuzuya yakılır, çünkü kurban gidecektir. Gelinlik kıza yakılır, çünkü kanı akacaktır.

Ben  ise akan kanlar için değil de gözyaşlarım için başka şeyler düşünüyorum. O kadar ritüelimiz , ananemiz var, lütfen benim için de olsun. Üstelik bu sabah iyice belirginleşen leğen kemiklerimi ve tartıda 54 kg’ı gördüm. Gelinlik giymek için fazlasıyla idealdi, şu an benim için ise fazlasıyla anlamsız …

16 Temmuz 2013 Salı

Nasıl Evde Kaldım-2


Ananı, atanı, sülaleni, ecdadını asla dinleme!

Dinlemedim tabi. Dinler miyim hiç! Her b.ku ben biliyorum ya…Dünya benim eksenimde dönüyor ve hayata dair çok engin tecrübelerim var ya…Zerre dinlemedim.

Yüzüğü taktıktan sonra, insanların karşısına lappadanak “been evleniyoruuum!” diye çıktım.  Annemin tepkisi feciydi. “Noluyor Hande?!” Fakat o kadar emin, o kadar kesindim ki…Hiç iplemedim. Öğrencilerim, iş arkadaşlarım, sosyal arkadaşlarım,panpalar  “Tam Handelik hareket bunlar…”diye gaza getirmişti. “Hande hocam, seni kaçıracam” diye tahtaya yazıp  zengin kafiye yapan, nolur benle evlenin ya diyen komikçil öğrencilerimle de mutlu mesut evlilik yolculuğunda adım adım ilerliyordum.

Sonra bizimkileri ikna eder gibi oldum. Anneme dedim ki “Anne ben sana hangi gün evleneceğim dedim?” “Hiç bugüne kadar böyle bi’ talebim oldu mu ayol?!” dedim. Kazık kadar, mantıklı, yaşını başını almış, tohuma kaçacak kız imajını kendime çektim. Janti duruyordu. Çok işe yaradı o dönem. Kazık kadar filan değildim aslında, daha 26 idim, önümde eşek kadar beni bekleyen şey vardı. Mantıklı mı? Bilinçaltı benim mantık dediğim. Evlen evlen diye beynimize işlenen, evde kalma korkusuyla;  güzel, oturmayı kalkmayı bilen! , asla ve kata seks istemeyen android gibi yaratıklar olmamız  istenen yurdumda ; çok okumuş, çok eğitimli , çok süper kadınlarız biz!

Tutturdum, huysuzluk yaptım, istiyorum dedim, bari bir nişan dedim. Cümle sülaleyi eve topladım.  Çay servisi yaparken çok mantıklı cümleler kuruyordum. Annem hala erken olacağını söylüyor, bense tepiniyordum. Olayı takip eden günlerde  teyzemi arayıp  hüngür hüngür ağlayarak “Teyzee böhüü annem çok üzüyoğğğ beni …” demişliğim doğrudur.  Teyzemin iki gün önce,  “ağlıyordun Hande evlencem diye!” kafama kaktığı da doğrudur. Kafama sıçam, dediğimde…Hep doğrudur.

Bunları yaşıyorken çok süper, harika bir ilişki mi yaşıyordum? Hayır dostlarım hayır. Güzel tarafları vardı; ama her ilişkide olduğu kadar…Onun kıskançlık krizi yüzünden, otobanda 140’la basıp gittiği, o esnada şahadet getirdiğim ,o kriz sonrası, ağlama krizine girip, yüzüğü eline verdiğim; yine bir otoban yolculuğunda “incem!” diye pönkürdüğüm, arabayı sağa çekip bir saat boyunca onun kafamı ütülemesi benim hiç konuşmamışlığım, hep olan şeylerdi. Nişan günü öncesi, kapıyı çarpıp gittiği, dolayısıyla “gelmeyin yarın!” diye bir cümle kurmuşluğum da hep olan şeylerdi. Ama insan debeleniyor.

Nenem en güzel cümleleri kurmuştu durumla ilgili, “Bak kızım, iyi hoş ama evlilik kale gibi. İçine giren çıkmak ister. Dışarıdaki içeri girmek. Hem sen bu çocuğun ailesini mailesini araştırdın mı? Sen evlenmeyecen, ailesi ile de evlenecen!”

Neneme “ilahi nene, banane ailesinden” filan demiştim. Görünürde de on numara insanlardı. Nişan günü bizimkiler tam teçhizatlı bir ordu gibi hazırdılar. İş çıkışlarında  nişan tepsisi süslemek için alet edevatla gelen mühendis  bir teyzem vardı. Annem Ahmet San’ı organizatörlükle sollamış, tek bir eksik bırakmamıştı. Bütün gece boyunca çeşitli talimatlar eşliğinde o geceyi atlatmam sağlamışlardı. Fakat evvelinde anneme, “Sen sadece o gece orda bulun , daha da bir şey yok!” diyen hain evlat ökkeştim.

Karşı taraf mı? Onlar bizimkilerin onda biri kadar iplememişlerdi. Nişan sonrası “Paketledik, gönderdik, sıkıntı yok” diyen ailemin çilekeş kadınları, beni güldürmüşlerdi. Tabi kurulmuştum da, “Niye bu kadar özensizler lan!” diye.


Velhasıl dostlarım, bu yazının ana fikri; ana diyorum bakın, anada kilitleniyor, ananıza , atanıza karşı gelmeyin. Bir gün düğünde dayımın içip içip “Bu kızı üzmeyeceksin!” diye damadın ensesine yapışma ihtimalini, teyzelerimin, yengemin , halamın, kına gecesi için beşbin tane hazırlık yapma potansiyelini, son derece modern olsalar da eve çeyiz serme aşkı ile yanıp tutuşan bu kadınları, iki cümle ile ortalığı s.kip atan dedemi, ninemi çok çok seviyorum. Dinleyin onları! Nice Handeler üzülmesin, ağlamasın!

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Nasıl Evde Kaldım-1

Acele et, ani karar ver!

Dershanede kayışı koparmışım, buffalolar gibi çalışıyorum. Zaten iki edebiyat öğretmeniyiz, bir tanesi iyarı dönemde ayrılıyor. Eşek yükü ile ders bana kalıyor. "Deneyim, deneyimdir kızım Hande" diye diye idare ediyorum.

Evde mutsuzum, salak saçma yarım yamalak biri ile görüşüyorum, üstelik görüştüğüm kişiden haz etmiyorum, bir şey de olmuyor filan. Depresifliğin dibinde kendimi depresena vurmuşum. Yalnızlık ve yabancılaşma temalı şeyler okuyor, mutsuzluğuma mutsuzluklar katıyorum.

Neyse, efendim; bu skimsonik hayatımı renklendirmek üzere Yaşar Kurt konserine gitmeye karar veriyoruz. Üstelik en dershaneci halimizle! Dershanecilik demek cumartesi gecelerinin yalan olması demek. Fakat bana yalan olur mu hiç? “Sabah dershanede uyuruz hacıt,nolcek?” diyerek ve ekürimi gaza getirerek cebimdeki son parayı konser biletine vermekte zerre beis görmüyorum.

Sabaha kadar Yaşar Kurt’a eşlik edip “vuhooohooooo haağyiyyaaa” şeklinde böğürüyoruz. O gece çok süper bir hatunla tanışıyorum. Eski sevgilisi nişanlanmış falan filan, karışık mevzuları var. Sonra gecenin köründe “Biliyor musun ben şairim Hande” diyor. Bakıp gülümsüyorum. “Ben de yazar müsveddesiyim.” diyorum.  Adının Didem Gülçin Erdem olduğunu öğrendiğim Everest’ten kitapları çıkan bu şahane hatun o gece karşıma çıkan en güzel şeylerden biri oluyor. “Korkuyorum anne, al beni içineeee” diye bağrınıyor Yaşar Kurt,  “Bunlar hep Freud, hep ana karnına sığınma isteği…” diye gülüşüyoruz.

Yaşar Kurt’un kulisine girme fırsatımız oluyor konser bitiminde, çılgın delibozuk öğrencilerimiz sayesinde. “Çorba içmeye gidelim!” diyoruz. “Tamam bekleyin” diyorlar. Tabi sonradan satıyoruz, özgüvenimize tekrar kurban oluyorum.

Dershanede koltuğun üstünde bir iki saat sızdıktan sonra sabah derslerimiz başlıyor. Öğle arası gelip çatıyor. Benle tanışmak isteyen,  beni daha  önceden görüp beğendiği söylenen o meşhur* adam dershaneye geliyor. Ben sonradan öğreniyorum. Beni beğenip gördüğü hep masalmış. Bizi tanıştırmak isteyen zatın uydurmalarıymış. Böyle bir el sıkışıyoruz, fakat zerre etkilenmiyorum. O an sadece içimden “Ver bana düşlerimiii, ver banaa gülüşlerimi” diye şarkı söyleyen bir Yaşar Kurt.  “Balkona çıkalım.” diyor, sigara içmediğimi söylüyorum.” Ne içersiniz hocam?” diyorum, “çay” diyor. Mutfağa doğru uzanıyor. “Yok ben alırım.” diyor çay dolduruyorum.  İş güç konuşuyoruz. “Gel Milas’a, haftanın iki günü çalış.” diyor. Bizi tanıştıran hoca vaktiyle öğretmen aradıklarını söylemişti. Bunun da epey bir zaman sonra tezgah olduğunu öğreniyorum.” Vallaa bilmiyorum ki değişiklik heem” gibilerinden bir şeyler geveliyorum. Sonra “çok uykusuzum.” diyorum,” sabahladık”. Müzikten filan bahsediyor, evinin, öğrencilerinin, fotoğraflarını gösteriyor. Telefonumu alıyor. Akşam eve gittikten iki saat sonra telefonum zırlıyor. Uzun uzun saçmalıyoruz.
Ertesi gün yemeğe gitmeye karar veriyoruz. Lakabı hazır bizimkinin. Fransız okullarında çalıştığı için “Mösyö.” Geliyor Mösyö. İntihardan, ölmek istediğimizden, onun Fransa’daki çılgın yaşamından konuşuyoruz.  Gece uzuyor da uzuyor, konuşuyor da konuşuyoruz. O gece için“Ne hatırlıyorsun?” diye sorsalar, hiç mi hiç  tanımadığım bir adamın evlilikten bahsettiğini, evde “benim gibi bir meleğin dolaşmasından çok mutlu olacağını” söylediğini derim. Şimdi baksam "neyin kafası lan?!" derim de derim de, diyememişim.

Ertesi gün bu kadar yakınlaşmanın sonucunda, "Ben bu adamın etüt merkezinde filan çalışmam!" diye iç sesime kulak verdiğim için mesaj atıyorum. “Çok teşekkürler ama bu saatten sonra böyle şeyler olmaz. Seni tanımak güzeldi.” ayarında erkek kafası bir mesajı "gönder" butonuna basıyorum. Arıyor çat diye. Öyle olur mu bilmem ne, vıdı vıdı… E ne güzel de olurdu diyorum şimdiki kafamla, hiç seni sorumluluk altında bırakmıyorum, efendi gibi çekip gidiyorum, daha ne diyorum ama o kadar ısrara dayanamıyorum.
Bütün hafta deliler gibi konuşuyoruz.  Haftasonu Bodrum’a gelmem konusunda ısrarın dibine vuruyor. Bense çekinceliyim. Bokunu çıkarıyor, ben de “İyi lan” diyorum, çıkıyorum akşam saatinde yola. 10-11 gibi Bodrum’da oluyorum. Evde de paşanın İngiliz kız bir misafiri var. O ne lan, o ne esneklik bendeki…Ama "gık" demiyorum, özgüven sahibiyiz, yiğitliğe b.k sürdürmeyeceğiz ya... Giderken de mozaik pasta yapıp götürüyorum. Söz vermiştim çünkü…

Oturuyoruz kanepede. Hayatında yediği en iyi mozaik olduğunu iddia ediyor.. Söz nereden açıldıysa , yine evlilik mevzuna geliyor. “Ya sen hep konuşuyorsun ama bana evlilik teklifi bile etmedin ki” diyorum. Sonra elime uzanıyor. Cebine gidiyor eli. İlgilenmiyorum bile. Parmağımı göremeyeceğim bir biçimde tutuyor, ve iki saniye sonra parmağımda bir tektaş görüyorum.

En şaşırdığım anlardan biridir. Mutlu olmuştum. Güzellik yarışmasında birinci olan kızların salak hissini yaşamıştım. O hissin bir ömür sürmeyeceğini anlamam üç ayımı aldı. Ayrıldıktan sonra “Takıları gönder, tektaşı da unutma!” diyen bir it olunca, üç saniyenizi bile alabiliyor o anlama hali...

Sonra pat pat gelişen nişan süreci, evlilik telaşesi, bilmem ne…

 Ben bugün mozaik pasta yaptım, Didem’in şiirlerinden okudum. çünkü her acı üç harfli değil/
bunu taşlardan öğrendim, adını da/şimdi ben ıslaksam/ dille kapatılmış bir zarf kadar/ hepsi odiyordu.İçimde de tek olmayan bir taş sancısı vardı. Yaşar Kurt'a hala bir çorba sözüm var, çünkü bana bugün de eşlik ediyordu; kamyonlar kavun taşımıyordu fakat…




13 Temmuz 2013 Cumartesi

dua ^

Nenem başımıza kötü bir şey geldiğinde dualar okurdu hep Rıfkı. Verilmiş sadakalarımızı düşünür, mutlu olurduk sonra. Mahallede dul bir teyzemiz vardı, Hatçe teyze; başımızdan tuz ve ekmek çevirerek ona götürürdük. O da bize güllü lokum ve iki adet petibör bisküvi ikram ederdi.  Halley zamanının çocuklarıydık; ama bisküvi arasına sıkıştırılmış lokumun tadını hiç unutmadım.

babaannem bütün bu "kötü" olan bitenin ardından bizi Ayetel Kürsi bombardımanına tutar, defalarca üflerdi. Bisikletten düşmüştüm bir keresinde; her yanım kan içindeydi. Annem oksijenli sularla yaramı temizlerken- ki annem sonra da hep yaralarımı temizledi- babaannem bana üflemekle meşgul olmuştu.

Ölülerin “senelerinde” Yasinler okunurdu sonra Rıfkı. Evde bir sürü Yasin kitabı vardı. Ellerine Yasin dağ
ıtılmış komşu kadınları satır satır takip ederdi o Yasinleri.  9 yaşındaydım. Kur'an kursuna gidiyordum. "Kur’an'a geçmek" diye bir tabir vardır Rıfkı. Arap harflerini, okunuşlarını, kuralları öğrendikten sonra Kur'an'a geçersin. Çok azmedip mahallede herkesten önce geçmiştim. Kadınların okuduğu Yasinlerden birine ben de uzanır, “aferin” bakışları altında ben de parmaklarımla usul usul Yasin'i takip ederdim; eliflerin, lamların, mimlerin hiç anlamadığım , melodisi büyülü dünyasında...

 4444 defa okunduğu takdirde isteklerin kabul olunacağına inanan Salat-ı terficiyelere, Mevlidlere, Yasinlere çok kez tanık oldum o evde. Kanepede bir ölü uzanırken nenemin boncuk boncuk gözyaşları içinde  fısır fısır “Allah, Allah, Allah” diye defalarca tekrarladığına da...


Kötü şeyler oluyordu bu dünyada Rıfkı. “Okuyunca” iyi geliyor muydu bilmiyorum. Yaşanan kötü şeylerden sonra okunanlar,  ruhuna Fatihalar, ardından söylenenler nereye gidiyordu hiçbir fikrim yoktu ama kötü şeyler yaşıyorum. Biraz anlatacağım. Biraz dinle. Bu da benim dua etme biçimim…

1 Temmuz 2013 Pazartesi

koymalı yazı

Öyle olmuyor işte Rıfkı. Nasıl oluyor bilmiyorum ama oluyor bir şekilde. Yaşıyorsun yani. Ölmüyorsun. "Beni öldürmeyen acı, güçlendirir." diyen Nietzsche'ye "Yok, o öyle değil; biliyorum ben." deyip  seksenlik ninenin sözünü hatırlıyorsun. "Biz neler gördük be çocum, bu mu kor adama?!"

Komuyor işte Rıfkı." Koyacak" diyorsun, komuyor. Ömürlerini "oyarak ve koyarak" geçirmeyi marifet bilen adamlarla yola koyulduğun oluyor. O yollara lanetler okuyorsun artlarından. Sonra başka yollara koyuluyorsun. Gerçekten bir şeyin koymadığını anlıyorsun. Bardağına senin sevdiğin votkayı koyan arkadaşların oluyor mesela. "Balım daha fazla koyma" diyorsun onlardan birine. O kadar alkol  koyacak çünkü...

Ömrüne çok koymak isteyip koyamadıklarına, kıymak isteyip kıyamadıklarına yanıyorsun bazen Rıfkı. O pek fena oluyor. İçin kıyılıyor işte. "Açlıktan."Yaptıklarının karşılığı olmamasının, huzurun, şefkatin, güzel şeylerin açlığından... "Ben bu kadar kıyımı hak edecek n'aptım?" diyorsun, sadece nikah kıymak istediğini filan düşünerek... Söz konusu olan kıyımın derecesini anlıyorsun.

Ben bu yazıyı kıyanlar için koydum Rıfkı...

Sen böyle şeyler koyma, sen kimseye kıyma...