Rıfkıcım , böğürtlen gözlüm sana yazmayalı epey olmuş.
Suskunluğum asaletimden değil vallahi de; lafa bakmıyorum pek zaten bu
aralar…Adamlara bakıyorum ama adam olup olmadıkları konusunda… Sana bu
cümlelerin Mevlana’ya ait olmadığını söylemeyi, koskoca Mevlana’nın hiçliğe
varan tevazusu ile böyle Serdar Ortaç şarkıları muadili atarlı bir şeyler
yazmayacağını belirtmeden geçmeyeyim. İçimdeki öğretmen bu aralar beni huzura
erdiriyor Rıfkı, zaten her şeyin bu kadar huzurla dolmasından huzursuzum!
Hayatımda kötü bir şeyler olsa depresyona girmeyeceğim
Rıfkı; ama beni bu kadar iyi giden şeyler yordu. Maaşımın artması, annemin
menopozuyla barışması, çok süpersonik zamanlar geçirdiğim dostlarım yordu. Sırf
fotoğrafına bakıp “Değme artiste taş çıkartır , diziye koy oynasın” dediğim koçyiğitlerin
ilan-ı aşk etmeleri yordu. Ah! Bu homosapienslerin tatminsizliği beni öldürecek
Rıfkı.
Ne var biliyor musun? Tezeği çoktan yediğimi anladığım
zamanlarda, her şey tepetaklak olduğunda küçücük hayatımda büsbüyük bir yıkım
yaşadığımda süper bir insan oluyorum ben. “Manyak mısın Hande?” demez misin
Rıfkı, rica ederim! Manyaklık değil bu, vallahi değil. Çünkü kötü bir durumdan
çıkmak için gösterilen çaba, iyi görünmek adına denenen kusursuzluk, her şeyin
iyi gittiği günlerde gösterilmeeez! O oyunlar ancak bir arka bahçe gördükten
sonra sahnelenir. Ön bahçelerde gezinen
insanların anlamayacağı bir şey bu…“Kesin tatmin ölümdür” diyen Mark Twain
abimize selam çakmayı da şuracıkta görev addederim. Özellikle evde komikli pijamalarla boş boş
oturup, kitap kurcalayıp, saçlarımı
kalemle tutturarak yolunda giden her şeyimle mutsuzluk arayışlarında olurken…
Ben bir öğüt olsam Rıfkı , kesin yedi tane olamam… Altıncısında semaya
takılı kalır bir yerlerde. Ben bir fenâ olsam fillahı sonuna hiç ekleyemeden eksik bırakırım. Ben
bir vücud olsam, vahdete eremeden bir kapının önünde durmadan oturur ağlarım. Bir
pervane böceği olsam, dönmekten sıkılır, mumdan pek çok korkarım. Çok insanım ben
Rıfkı. Çook.
Uzatmayayım. Mevlana diyorum. Mevlâna tam olarak böyle
şeyler yazıyor Rıfkı. Aşka , adamlığa, insana dair pek aşkın şeyler...:
Bir gün bir âşık
sevgilisinin kapısını çalar. Sevgili içerden seslenir.”Kapıyı kim çalıyor?"diye. Âşık
"Benim, ben." deyince sevgilisi ona:,"Git
buradan! Sen henüz olgunlaşmış değilsin," diyerek kapıyıaçmaz. Bizim bu zavallı
âşık yollara düşer acıyla. Tam bir yıl
sonra geri döner ve sevgilisinin kapısını tekrar çalar. Sevgili yine sorar. "Kapıyı kim çalıyor, kim o!" diye. Bu defa aşık: “Sensin,
sen" diye yanıtlar. Bu kez sevgili kapıyı açar ve: -"Mademki sen ben oldun, ey ben gel içeriye,
gönül evi dardır oraya iki kişi sığmaz," diye yanıtlar.
Rıfkı, git biraz kendinle
meşgul ol. Benleşmeye ihtiyacın var!
Tekrar buradayım. İzmir’in en concon çocuklarına verdiğim eğitim
maceramdan sonra tekrar buraya döndüm. Belediyenin maddi
durumu kötü olan çocuklara eğitim , kendine rant, biz garip öğretmenlere iyi
maaş sağladığı bu kasvetli yere…
SBS denilen liselere giriş
sınavlarına hazırlanan Yamanlar, ve Cengizhan çocuğu 15 yaşımda öğrenciklerimle
neler paylaşmıyoruz ki o kırk dakikalık kısıtlı zamanlarda… Pek seviyorlar
tabi, Sagopa Kajmer’in bütün sözlerini tahtaya yazmakta beis görmeyen,
testlerde iyi netler çıkarana “ intense” ısmarlayan tuhaf “Türkçe öğretmenlerini”.
“Hocam çok başkasınız siz…” cümlesini ürkek seslerle kuruyorlar. Her tarafında
dövme olan, “cigara” kullanan ağabeylerini, karıştıkları kavgaları, mahalledeki çocukları anlatırken…
“Dövme bende de var , ama siz sakın yaptırmayın, ben çok sonra yaptırdım hem..”
diyorum. “Uyuşturucu kullanan, sürekli cigara içen
arkadaşlarım da oldu; ama çok kötü bakın…” derken tanıdık selamları
gönderiyorum. Tahtaya Sago’nun sözlerini yazıp cümlenin öğelerini buluyoruz sonra.
“koştuğum bu yolda yarımı
sonladım ve kocaman adama döndüm
sanma çok
telaşlıyım, durgunum biraz, solgunum yüzüm, bitkinim ufaklıksen de gel peşimden
amma çok çalışduvarda yazmaz her
kuralyumruk yersin yılma
kalk, dayan bu abla yerle çok
seviştidüşmek hiç ayıp
değil, kalkmasını bil ve acele et şu
gözyaşını sil "
Sevişmek sözcüğüne takılıp gülüyorlar çokça. Onun işteş bir
eylem olduğundan bahsediyorum. “Yani bakın çocuklar, o öyle değil; babaannem de der benim; ‘Dedenle
biz sevişerek evlendik…Anlamı, karşılıklı
birbirimizi severek. Bul-uş-mak, gör-üş-mek, tanı-ş-mak gibi…Hem öpüşün, barışın
demiyor muyuz?”
“Sevişmek işteş bir eylemdir!” cümlesini tekrarlayasım
geliyor sonra küçük esmer kızlara. Adları Rojda, Mizgin, Berfin olan, İzmir’e doğu
illerinden göç etmiş, bu küçük esmer kızları
meslek liselerine yönlendiriyorum her defasında. Aileleri üniversiteye
gönderirken sevişmenin işteşliğini hiçbir zaman anlamayacak çünkü. Uzak
şehirlere gittiklerinde çok zorlanacaklar çünkü. Eğitimin maddiyatla olan
ilgisini anlamayanlar en iyi üniversitelerin en iyi bölümlerindeki öğrencilerin
ailelerini incelemeye tabi tutsunlar. Sonucu ben daha iyi biliyorum: İyi aile eşittir,
iyi eğitim. E tabi, “Duvarda yazmıyor her kural.”
" buraya kadar geldim 27 adım
takma kendimden can sıkıntım önceden beridir bir ölüm takıntım bunu da yüzüme vurmasınlar sade evde yüzüm asık, dışarda sempatik takıldım" 27 Yaşımda olduğuma inanmıyorlar, onlar pek.
Sago’nun bu şarkıyı 27 yaşında yazdığını anlatıyorum. Sonra da 27’liler
klübünden, Jimi Hendrix’ten, Janis Joplin’den, Kurt Cobain’den, Amy
Winehouse’dan dem vuruyorum. Bir tek Amy tanıdık geliyor onlara. Hepsinin 27
yaşında intihar ettiklerini söylüyorum. Şaşırıyorlar. Ekliyorum sonra; Sagopa’nın Fars Dili ve Edebiyatı okuduğunu… 1988 Öss’de Türkiye sözel
birincisi olduğunu… “Bakın, böyle bizim gibi olup çok güzel şeyler yapan
insanlar da var!” alt metninin altını defalarca defalarca çiziyorum.
Anlattıklarımı seviyorlar. Dersin sonraki kısımları hep sessizlik ve hepsinin
parmağı havada halde geçiyor.
"az önce doğdum
halatım yirmi yedi boğum sele gitti ağustosum vasiyet etmek istedim şarkılarımı kızıma hep sonunda kendimi vurdum. şarjörü doldurdum "
“Hocam , ben sizin kardeşiniz olayım…” diyor
kızlardan biri. Vasiyet etmek istediğim sözleri söylemiyorum ona. Öğrencilere
vasiyet ettiğim güzel şeylerin olup olmadığını düşünüyorum, bir de hiç doğmamış
kızıma vasiyet edemediklerimi…
İnsan evde kalınca, ilişkilere dair kütüphane yutmuş gibi
oluyordu. Ne de olsa itin birini nikah masasına kadar götürmüş, nikah
masasından olmasa da, nikah dairesine gidip gün almaktan döndürmüş biriydim. Bu da bir şeydi! 30 plus , "sex and the city", kıvamında hayatlar
süren bayan arkadaşlarım bana her haltlarını anlatmakta beis görmüyor, onların pozisyonlarını
dinlerken çeşitli pozisyonlarda kızarıp bozarıyor, onlara adamlara köpek muamelesi yapmaları ve bunun
her zaman işe yarayacağı konusunda akıllar veriyordum! Yarıyordu da… 18’lik,20’
lik kız öğrenciklerime erkeklere ve
hayata dair ahkam üstüne ahkam kesiyordum. Abartıp annemin akranı olan 50’lik ablalara da birkaç çift laf etmiştim. İlişkiler artık benden sorulsundu. İhtisas
alanımdı.
Başkaca şeyler de oluyordu sonra. Misal: mahalle baskısı.
Erkeklerin mahallelerine hiçbir zaman uğramamış, bu baskı çeşidi mahallenin
süper markete karşı kırk yıldır direnen bakkalı gibi dimdik ayaktaydı
buralarda. Aile meclislerinde kimse bana
bir şey sormuyordu ama “Sen bu sene ne yapıcaan Hande?” gibi soruların alt
metnini duyuyordum. “ Master tezimi yazmak, e tabi doktora sonrasında…” diyerek, bütün soruları kendini
kariyerine adamış kadın imajımla caart diye bertaraf ediyordum. Üstelik, bu aile
meclislerine Nirvana tişortum, kırmızı pantolonum,ve örgü yaptığım saçlarımla
katılınca, kimse benden evlenecek kız olmamı beklemiyor, "Bizim kızdan bi b.k
olmaz!" imajını iyiden iyiye yerleştiriyordum. Mahalle
bana değil, ben mahalleye çok pis baskı yapıyordum anlayacağınız. Bu durumu perçinlemek adına dandik de olsa ikinci el bir araba alacak, kapının önüne çok yamuk olsa da
park edecek, “Gencim , güzelim , seni seni üzerim mahalle!” deyip mutlu mesut
dolaşacaktım.
İş dışarıdan bakınca öyleydi ama işin içi öyle değildi. İçim
dışıma çıkmıştı, ve bu dışımı kimseye göstermemek konusunda Oscarlık performans
sergiliyordum. Kimse ödül vermiyordu fakat, bilakis inceden başarısızlık hissi
ile cezalandırıyorlardı. Zaten şu iç dış muhabbeti kadar boktan bir mesele
yoktu. Ninem “İçine girmeden bilemezsin
kızım!” derdi. Ben de ayrıldıktan sonra buna benzer cümleleri bolca sarf ettim. “Dışarıdan
bakınca dünyanın en uygun insanı, ama içine girince çok başkaydı…” , “Derya içre olup, derya içre olduğunu
bilmeyen balıklar gibi oluyorsun…” , “İçim üzülüyor bazen ama…” Hep bir içlenme, hep bir hiçlenme hali işte. İnsan ayrılık
sonrası nedir deseler , cümlelerin
sonuna konulmuş üç noktadır derim. Üstelik o üç noktayı tamamlaması, seni
anlaması için karşı tarafın gözbebeğinin içine bakarsın, o da tekrar üç nokta konulacak “Üzülme ya…”
gibilerinden bir cümle kurar ya...Üzüntüden geberilesi anlardır onlar. Bir ilişkiyi gerçekten
noktalamak, sonuna nokta getirilen cümleleri gerektirir dostlarım. “Nerdesiniz,
geliyorum.” gibi, “Yok bir şeyim lan, sapıtmayın.” gibi, “Hepsinin sülalesini
zkim!” gibi . Burada ünlem oldu, ama o da olabilir.
Sonuç olarak, hala evdeyim. Ve hala cümlelerin
sonuna nokta koymakta zorlandığım zamanlar oluyor. Direktoroman nokta koyduran güzel bir adam tanıyorum ama onu da şu ara soru
işaretlerine boğduğumdan... Öyle yani dostlarım. İyiyim.
O işler öyle değil anam babam, o işler öyle değil… Delikanlılık ve dahi adamlığın hiçbir cüzünde bulamazsın yaptıklarını. Dipnotlarını deşsen, referans kaynaklarına baksan yine bir halt çıkmaz. Belki ileri gidip bütün arabesk şarkıları, bütün acıklı Orta Anadolu Türkülerini tararsın; fakat onda da bir şey bulamazsın. Acıların kralı Oğuz Atay babamızın,tuğla gibi kitaplarında “Dağılın kukla oynatmıyoruz burada, acı çekiyoruz!” gibi acının nasıl yaşanacağına dair şeyler bulursun da öyle şeyler bulamazsın!
Denmez öyle gadasını aldığım, denmez…Erkek adam, ayrıldığı nişanlısına “Ne olur görüşelim, seviyorum, özlüyorum, geberiyorum!” diye saatlerce yalvarıp, nişanlısı onu reddedince ertesi günün sabahına “Kusura bakma, boş anıma geldi, heeem benim yeni sevgilim vaar, senden genç taam 24 yaşındaa, senin fotoşoksuz halinden bile güzel, hafta sonu onunla Çeşmeye gideceğim ben…” diye mesaj atmaz. Derse maazallah suratına tükürüverirler adamın, şerbetini bile akıtırlar Alimallah! “Biz onu bir ziyaret edelim mi Hande?” sorusuna bile tenezzül etmezler bilseler. Sordular o soruları bana ciğeri beş para etmezim, hep sordular. Da ben diyemedim, böyle böyle diye…
Yani benim yüzünde ve kalbinde faça izi olmayanım, acı dediğin öyle yaşanmaz. Demet Akalın şarkıları gibi yürümez bizim buralarda işler. “Sevgilimii koluna takarım, bebekte üç beeş tur atarııım, olmadı bi dee sinema yaparımm” şarkılarını söylemez sert adamlar. Deseler deseler , “Bozar mı sandın acılar, belaya atlar giderim!” gibi t.şaklı şarkılardan giriş yaparlar acıya. Ya da arkasına bakmadan delikanlı gibi giderler. 'Yeni başlayanlar için adamlığa giriş'te hep böyle şeyler yazar. Bakma ben de bazen Demet Akalın şarkılarına eşlik ediyorum, elimde sex on the beach, üstümde janjanjan mini bir elbise ile… Giderin ne olduğunu da biliyorum ben Fosforlu Cevriyesizim. Ama öyle yerlerde hep “Bok var buraya getirdiniz, meyhaneye gideydik iyiydi!” diye sayıklanıyorum.
Jilet gibi adamların arasında büyüyünce hep böyle oluyor Helalim olmayanım. Kenar mahallelerin, mahalle mekteplerinde , ağabeyleriyle büyümüş kızlar başka oluyor. Ağabey dediysem, öyle öz ağabey anlama kadersizim; mesela bir Harun Abi vardı mahallede, içeride belini kırmışlardı aşırı ideolojisinden(!), karısını döven ve bir polis olan yan komşumuzu hastanelik edivermişti. Abi demiştim, “korkmadın mı, niye böyle yaptın adama?”, “Oportünist pezevenk! Diye delirmiş bir halde cevap vermişti. Anti emperyalist, anti oligarşik bir gençlik hareketinden dem vurmuştuk ardından uzun uzun. Sonra bir de Şeref abi vardı…
Uzatmayayım gülüm balım, bakma böyle anlattığıma. Bizim entel camialarda da acıya başka adlar verirler. Trajik ve patetik arasındaki farkı anlatırlar uzun uzun. Trajik olan, kadere başkaldıran kahramanın çektiği acıyı anlatır, onurlu bir acı sayılabilir bu nereden baksan. “Patetik” olan ise daha baştan kaderin sillesini yemiş, ya da bir yerlerde ezilmiş ve aşağılanmış olanın acısını anlatır . Seni ne tarafa koyduğumu tahmin edersin, filmlerdeki yan karakterim . Ah benim Kadir İnanırsızım, Türk filmlerinden zerre feyz almamış olanım, Genç Werther’in çektiği acıları bile hiç bilmeyenim…
Bu yazıyı edebiyatı patlatarak acıya dair bir dize ile bitirmek isterdim ; ama ne "Gün gelir acılar ezberlenir, iyileşir zamanla yaran.." diyen Yıldız Abla, ne de Siddharta da acı tanımını "verdiğimiz kadar alamadığımızda duyduğumuz duygu" diye yapan Hermann Hesse iyi gelecek bana. Acı çekecek bir yer, acıyı dibine vuracağım bir ayrılık bile bırakmadın bana hiç değmezim. Daha fazla "acımadı kiii" diye bağırma acıların çocuğunu yanlış anlamışım, ben başından beri yaptığım gibi en racom halimle susuyorum delikansızım...
Hangi masal
işledi bu kadar kanımıza bilmiyorum. Kimin bize dandik bir gelinliği bu kadar
muhteşem, bu kadar harika, tılsımlı bir giysi olarak anlattığını da… Küçükken
gittiğimiz düğünlerde elimize tutuşturulan gelin telleri mi, her evin salonunu
süsleyip dönemin modası gelinliklerle son derece şebelek görünen evli barklı
insan fotoğrafları mı, perdeden gelinlik yapmayı marifet bilen çocukluğumuz mu?
Bilmiyorum. Tek bildiğim o giysiyi
giymeyi her daim çok istediğimdi. Üstelik öyle bir gelinlik giyecektim ki,
prensesler gibi olacaktım! “Sadeliğin ihtişamı” nı cümle aleme gösterecek, “az
her zaman iyidir” diyen Coco Chanel ablama bir selam çakacaktım.
Bu yolda
emin adımlarla ilerlerken babası gelinlikçi olan bir öğrencim ısrar etti de
etti. Ve söz konusu gelinlikse, benim için gerisi teferruattı. Edebiyat dergilerinden
, gelinlik dergilerine terfi etmiştim hem. Sahafım Doğan Abi, bir sürü gelinlik dergisi bile hediye etmişti. Bak
Hande Bak. Bat dünya bat. Bir leitmotif olarak gelinlik, hayatımın
merkezindeydi.
Nişanlım olan
zat-ı muhteremle gittik gelinlikçiye. “Yanii” dedim, “sade bir şeyler..” dedim.
Son derece yeni gelindim o sırada. “Öhööö, ben bu modellerin hepsine baktım.
Bana prenses etekle gel abla!” diyemedim haliyle. “Ben seni anladım.” diyen
dünya tontinisi Sema abla, bana şak diye bir model gösterdi. “Hah” dedi, “bu” dedi. Şöylee bir baktım. Ehh dedim
içimden. Üzerime nasıl giyeceğim konusunda en ufak bir fikrim olmayan bu dev
kıyafeti giymeme yardımcı oldu. Ve o gelinlik cuk oturdu! Aynada kendimi aşırı
beğendiğim nadir anlardan birini yaşıyordum. “Güzel oldu eehe..” dedim çıkınca
yeni gelin modumdan ödün vermeyerek. Herkesin de onayını aldım.
Sonra birkaç
gelinlik daha denedim ama ilk giydiğimin bomba etkisini yaratmadı. Almaya karar
verdik gelinliği. Prova için gündür saattir ayarladık. Zira gelinliği
giydiğimde 58 leri gösteren kantar, 55 kiloyu göstermeliydi, ay parçası gibi
yanaktan ibaret bir gelin olmak istemiyordum!
Anneme
gösterdim gelinlikli fotoğraflarımı. “Prenses benim kızım” dedi. Gözleri dolar
gibi oldu ; ama kendisi benden katbekat daha yiğit olduğu için o da bok
sürmedi. Sonra oturup uzun uzun kına gecesini nerede yapacağımızdan konuştuk.
Şalvar mı? Giyerim. Kına mı? Yakarım. Bu yolda her şey mübahtı nezdimde.
Sonra
ayrıldık işte. Bir ayrılığın en kötü yanı onu durmadan hatırlatacak şeylerdir.
Ve dostlarım, şairin dediği gibi, unutmak değil ama hatırlamamak mümkündür.
Evde izdivaç programları izlerken çalan bir telefon bazen çok fazlasıdır.
-Handecim
canım benim, ben gelinlikçi Sema teyzen,
akşam yedide provan, unutmadın di mi?
-Ya şey,
unutmadım tabi de…
-...?
-Biz ayrıldık,
kusura bakmayın, yani ben de size haber veremedim, şey oldu, işte…
Sonrası
çatallanan ses, burun direğinde sızlama ve hıçkırıklar…
-Ağlama be
güzelim, ağlama kızım. Bak her şey nasip kısmet. Olacaksa olur zaten. Hayır vardır
her işte.
-Öyle de,
tekrar kusura bakmayın.
-Bak beni de
ağlatacaksın şimdi, ne oldu anlat bakayım.
Kısa bir
özet geçtim. Sonra Sema teyze de ağlamaya başladı. İkimiz bir dakika kadar karşılıklı
ağlaştık. O an dünyanın bütün gelinlik diken terzileri bizim için saygı
duruşundaydı. Bütün gelinler siyaha bürünmüştü. Coco Chanel de Kemeraltı’da bir gelinlikçi
dükkanına konuk olabilirdi . Her şeyin mümkün olduğu anlardan birini
yaşıyorduk.
Ayrıldıktan
sonra ilk sildiğim fotoğraf o gelinlikli fotoğrafımdı. Gelinliğin matah bir
giysi olmadığını anlamam kısa bir zamanımı aldı. Masalların toplumsal cinsiyet
ürünü olduğunu anlamam ise 26 yılımı. Prensesler mutlu sona kavuştuktan sonraki
yaşamlarını anlatsalardı çok daha gerçekçi insanlar olacaktık. Her daim
kurtarıcı bir prens beklemek yerine, “Çıkıyorum ben bu saraydan, yedi tane
boklu cücenin evini temizleyeceğime kendi evimi temizlerim!” deseler , daha
gerçekçi. Cam tabutun, cam ayakkabının aslında bekaret sembolü olduğunu , onun
da bir halt olmadığını fısıldasalar, daha insan. Ve bütün masallardaki prensesler
şatolara, saraylara, kulelere hapsolmak yerine üvey ve kötü olmayı isteyip
süpürgelerine binerek etrafın tozunu attırsalar daha özgüvenli.
Kına gecem
de epey bir süre olmayacak gibi görünüyor. Kına yakmak başka bir ritüeldir.
Kına , kan akıtılacak olan canlıya yakılır. Askere yakılır, çünkü şehit
olacaktır. Kuzuya yakılır, çünkü kurban gidecektir. Gelinlik kıza yakılır, çünkü
kanı akacaktır.
Ben ise akan kanlar için değil de gözyaşlarım
için başka şeyler düşünüyorum. O kadar ritüelimiz , ananemiz var, lütfen benim
için de olsun. Üstelik bu sabah iyice belirginleşen leğen kemiklerimi ve tartıda
54 kg’ı gördüm. Gelinlik giymek için fazlasıyla idealdi, şu an benim için ise
fazlasıyla anlamsız …
Dinlemedim
tabi. Dinler miyim hiç! Her b.ku ben biliyorum ya…Dünya benim eksenimde dönüyor
ve hayata dair çok engin tecrübelerim var ya…Zerre dinlemedim.
Yüzüğü
taktıktan sonra, insanların karşısına lappadanak “been evleniyoruuum!” diye
çıktım. Annemin tepkisi feciydi. “Noluyor
Hande?!” Fakat o kadar emin, o kadar kesindim ki…Hiç iplemedim. Öğrencilerim,
iş arkadaşlarım, sosyal arkadaşlarım,panpalar “Tam Handelik hareket bunlar…”diye gaza
getirmişti. “Hande hocam, seni kaçıracam” diye tahtaya yazıp zengin kafiye yapan, nolur benle evlenin ya
diyen komikçil öğrencilerimle de mutlu mesut evlilik yolculuğunda adım adım
ilerliyordum.
Sonra
bizimkileri ikna eder gibi oldum. Anneme dedim ki “Anne ben sana hangi gün
evleneceğim dedim?” “Hiç bugüne kadar böyle bi’ talebim oldu mu ayol?!” dedim.
Kazık kadar, mantıklı, yaşını başını almış, tohuma kaçacak kız imajını kendime
çektim. Janti duruyordu. Çok işe yaradı o dönem. Kazık kadar filan değildim
aslında, daha 26 idim, önümde eşek kadar beni bekleyen şey vardı. Mantıklı mı?
Bilinçaltı benim mantık dediğim. Evlen evlen diye beynimize işlenen, evde kalma
korkusuyla; güzel, oturmayı kalkmayı
bilen! , asla ve kata seks istemeyen android gibi yaratıklar olmamız istenen yurdumda ; çok okumuş, çok eğitimli ,
çok süper kadınlarız biz!
Tutturdum,
huysuzluk yaptım, istiyorum dedim, bari bir nişan dedim. Cümle sülaleyi eve
topladım. Çay servisi yaparken çok
mantıklı cümleler kuruyordum. Annem hala erken olacağını söylüyor, bense
tepiniyordum. Olayı takip eden günlerde teyzemi
arayıp hüngür hüngür ağlayarak “Teyzee
böhüü annem çok üzüyoğğğ beni …” demişliğim doğrudur. Teyzemin iki gün önce, “ağlıyordun Hande evlencem diye!” kafama
kaktığı da doğrudur. Kafama sıçam, dediğimde…Hep doğrudur.
Bunları
yaşıyorken çok süper, harika bir ilişki mi yaşıyordum? Hayır dostlarım hayır.
Güzel tarafları vardı; ama her ilişkide olduğu kadar…Onun kıskançlık krizi
yüzünden, otobanda 140’la basıp gittiği, o esnada şahadet getirdiğim ,o kriz
sonrası, ağlama krizine girip, yüzüğü eline verdiğim; yine bir otoban
yolculuğunda “incem!” diye pönkürdüğüm, arabayı sağa çekip bir saat boyunca
onun kafamı ütülemesi benim hiç konuşmamışlığım, hep olan şeylerdi. Nişan günü
öncesi, kapıyı çarpıp gittiği, dolayısıyla “gelmeyin yarın!” diye bir cümle
kurmuşluğum da hep olan şeylerdi. Ama insan debeleniyor.
Nenem
en güzel cümleleri kurmuştu durumla ilgili, “Bak kızım, iyi hoş ama evlilik
kale gibi. İçine giren çıkmak ister. Dışarıdaki içeri girmek. Hem sen bu çocuğun
ailesini mailesini araştırdın mı? Sen evlenmeyecen, ailesi ile de evlenecen!”
Neneme
“ilahi nene, banane ailesinden” filan demiştim. Görünürde de on numara
insanlardı. Nişan günü bizimkiler tam teçhizatlı bir ordu gibi hazırdılar. İş
çıkışlarında nişan tepsisi süslemek için alet edevatla gelen mühendis bir teyzem vardı. Annem Ahmet San’ı
organizatörlükle sollamış, tek bir eksik bırakmamıştı. Bütün gece boyunca çeşitli
talimatlar eşliğinde o geceyi atlatmam sağlamışlardı. Fakat evvelinde
anneme, “Sen sadece o gece orda bulun , daha da bir şey yok!” diyen hain evlat
ökkeştim.
Karşı
taraf mı? Onlar bizimkilerin onda biri kadar iplememişlerdi. Nişan sonrası “Paketledik,
gönderdik, sıkıntı yok” diyen ailemin çilekeş kadınları, beni güldürmüşlerdi.
Tabi kurulmuştum da, “Niye bu kadar özensizler lan!” diye.
Velhasıl
dostlarım, bu yazının ana fikri; ana diyorum bakın, anada kilitleniyor, ananıza
, atanıza karşı gelmeyin. Bir gün düğünde dayımın içip içip “Bu kızı
üzmeyeceksin!” diye damadın ensesine yapışma ihtimalini, teyzelerimin, yengemin
, halamın, kına gecesi için beşbin tane hazırlık yapma potansiyelini, son derece modern
olsalar da eve çeyiz serme aşkı ile yanıp tutuşan bu kadınları, iki cümle ile
ortalığı s.kip atan dedemi, ninemi çok çok seviyorum. Dinleyin onları! Nice Handeler
üzülmesin, ağlamasın!
Dershanede kayışı koparmışım, buffalolar gibi çalışıyorum.
Zaten iki edebiyat öğretmeniyiz, bir tanesi iyarı dönemde ayrılıyor. Eşek yükü
ile ders bana kalıyor. "Deneyim, deneyimdir kızım Hande" diye diye idare ediyorum.
Evde mutsuzum, salak saçma yarım yamalak biri ile
görüşüyorum, üstelik görüştüğüm kişiden haz etmiyorum, bir şey de olmuyor
filan. Depresifliğin dibinde kendimi depresena vurmuşum. Yalnızlık ve
yabancılaşma temalı şeyler okuyor, mutsuzluğuma mutsuzluklar katıyorum.
Neyse, efendim; bu skimsonik hayatımı renklendirmek üzere
Yaşar Kurt konserine gitmeye karar veriyoruz. Üstelik en dershaneci halimizle! Dershanecilik
demek cumartesi gecelerinin yalan olması demek. Fakat bana yalan olur mu hiç? “Sabah
dershanede uyuruz hacıt,nolcek?” diyerek ve ekürimi gaza getirerek cebimdeki
son parayı konser biletine vermekte zerre beis görmüyorum.
Sabaha kadar Yaşar Kurt’a eşlik edip “vuhooohooooo
haağyiyyaaa” şeklinde böğürüyoruz. O gece çok süper bir hatunla tanışıyorum.
Eski sevgilisi nişanlanmış falan filan, karışık mevzuları var. Sonra gecenin
köründe “Biliyor musun ben şairim Hande” diyor. Bakıp gülümsüyorum. “Ben de
yazar müsveddesiyim.” diyorum. Adının
Didem Gülçin Erdem olduğunu öğrendiğim Everest’ten kitapları çıkan bu şahane
hatun o gece karşıma çıkan en güzel şeylerden biri oluyor. “Korkuyorum anne, al
beni içineeee” diye bağrınıyor Yaşar Kurt,
“Bunlar hep Freud, hep ana karnına sığınma isteği…” diye gülüşüyoruz.
Yaşar Kurt’un kulisine girme fırsatımız oluyor konser
bitiminde, çılgın delibozuk öğrencilerimiz sayesinde. “Çorba içmeye gidelim!”
diyoruz. “Tamam bekleyin” diyorlar. Tabi sonradan satıyoruz, özgüvenimize
tekrar kurban oluyorum.
Dershanede koltuğun üstünde bir iki saat sızdıktan sonra
sabah derslerimiz başlıyor. Öğle arası gelip çatıyor. Benle tanışmak
isteyen, beni daha önceden görüp beğendiği söylenen o meşhur*
adam dershaneye geliyor. Ben sonradan öğreniyorum. Beni beğenip gördüğü hep
masalmış. Bizi tanıştırmak isteyen zatın uydurmalarıymış. Böyle bir el sıkışıyoruz,
fakat zerre etkilenmiyorum. O an sadece içimden “Ver bana düşlerimiii, ver banaa
gülüşlerimi” diye şarkı söyleyen bir Yaşar Kurt. “Balkona çıkalım.” diyor, sigara içmediğimi
söylüyorum.” Ne içersiniz hocam?” diyorum, “çay” diyor. Mutfağa doğru uzanıyor.
“Yok ben alırım.” diyor çay dolduruyorum.
İş güç konuşuyoruz. “Gel Milas’a, haftanın iki günü çalış.” diyor. Bizi tanıştıran
hoca vaktiyle öğretmen aradıklarını söylemişti. Bunun da epey bir zaman sonra
tezgah olduğunu öğreniyorum.” Vallaa bilmiyorum ki değişiklik heem”
gibilerinden bir şeyler geveliyorum. Sonra “çok uykusuzum.” diyorum,”
sabahladık”. Müzikten filan bahsediyor, evinin, öğrencilerinin, fotoğraflarını
gösteriyor. Telefonumu alıyor. Akşam eve gittikten iki saat sonra telefonum
zırlıyor. Uzun uzun saçmalıyoruz.
Ertesi gün yemeğe gitmeye karar veriyoruz. Lakabı hazır
bizimkinin. Fransız okullarında çalıştığı için “Mösyö.” Geliyor Mösyö.
İntihardan, ölmek istediğimizden, onun Fransa’daki çılgın yaşamından konuşuyoruz.
Gece uzuyor da uzuyor, konuşuyor da
konuşuyoruz. O gece için“Ne hatırlıyorsun?” diye sorsalar, hiç mi hiç tanımadığım bir adamın evlilikten
bahsettiğini, evde “benim gibi bir meleğin dolaşmasından çok mutlu olacağını”
söylediğini derim. Şimdi baksam "neyin kafası lan?!" derim de derim de,
diyememişim.
Ertesi gün bu kadar yakınlaşmanın sonucunda, "Ben bu adamın
etüt merkezinde filan çalışmam!" diye iç sesime kulak verdiğim için mesaj atıyorum. “Çok
teşekkürler ama bu saatten sonra böyle şeyler olmaz. Seni tanımak güzeldi.” ayarında
erkek kafası bir mesajı "gönder" butonuna basıyorum. Arıyor çat diye. Öyle olur
mu bilmem ne, vıdı vıdı… E ne güzel de olurdu diyorum şimdiki kafamla, hiç seni
sorumluluk altında bırakmıyorum, efendi gibi çekip gidiyorum, daha ne diyorum
ama o kadar ısrara dayanamıyorum.
Bütün hafta deliler gibi konuşuyoruz. Haftasonu Bodrum’a gelmem konusunda ısrarın
dibine vuruyor. Bense çekinceliyim. Bokunu çıkarıyor, ben de “İyi lan” diyorum,
çıkıyorum akşam saatinde yola. 10-11 gibi Bodrum’da oluyorum. Evde de paşanın
İngiliz kız bir misafiri var. O ne lan, o ne esneklik bendeki…Ama "gık" demiyorum, özgüven sahibiyiz, yiğitliğe b.k sürdürmeyeceğiz ya... Giderken de mozaik pasta yapıp götürüyorum. Söz vermiştim çünkü…
Oturuyoruz kanepede. Hayatında yediği en iyi mozaik olduğunu
iddia ediyor.. Söz nereden açıldıysa , yine evlilik mevzuna
geliyor. “Ya sen hep konuşuyorsun ama bana evlilik teklifi bile etmedin ki” diyorum.
Sonra elime uzanıyor. Cebine gidiyor eli. İlgilenmiyorum bile. Parmağımı
göremeyeceğim bir biçimde tutuyor, ve iki saniye sonra parmağımda bir tektaş
görüyorum.
En şaşırdığım anlardan biridir. Mutlu olmuştum. Güzellik
yarışmasında birinci olan kızların salak hissini yaşamıştım. O hissin bir ömür
sürmeyeceğini anlamam üç ayımı aldı. Ayrıldıktan sonra “Takıları gönder,
tektaşı da unutma!” diyen bir it olunca, üç saniyenizi bile alabiliyor o anlama hali...
Sonra pat pat gelişen nişan süreci, evlilik telaşesi, bilmem ne…
Ben bugün mozaik pasta yaptım, Didem’in şiirlerinden okudum. “çünkü
her acı üç harfli değil/
bunu taşlardan
öğrendim, adını da/şimdi ben ıslaksam/ dille kapatılmış bir zarf kadar/ hepsi o” diyordu.İçimde de tek olmayan bir taş sancısı vardı. Yaşar Kurt'a hala bir çorba sözüm var, çünkü bana bugün de eşlik ediyordu; kamyonlar kavun taşımıyordu fakat…
Nenem
başımıza kötü bir şey geldiğinde dualar okurdu hep Rıfkı. Verilmiş
sadakalarımızı düşünür, mutlu olurduk sonra. Mahallede dul bir teyzemiz vardı,
Hatçe teyze; başımızdan tuz ve ekmek çevirerek ona götürürdük. O da bize güllü
lokum ve iki adet petibör bisküvi ikram ederdi.
Halley zamanının çocuklarıydık; ama bisküvi arasına sıkıştırılmış lokumun
tadını hiç unutmadım.
babaannem bütün bu "kötü" olan bitenin ardından bizi Ayetel Kürsi bombardımanına tutar,
defalarca üflerdi. Bisikletten düşmüştüm bir keresinde; her yanım kan
içindeydi. Annem oksijenli sularla yaramı temizlerken- ki annem sonra da hep
yaralarımı temizledi- babaannem bana üflemekle meşgul olmuştu.
Ölülerin “senelerinde”
Yasinler okunurdu sonra Rıfkı. Evde bir sürü Yasin kitabı vardı. Ellerine Yasin
dağ
ıtılmış komşu kadınları satır satır takip ederdi o Yasinleri. 9 yaşındaydım. Kur'an kursuna gidiyordum. "Kur’an'a
geçmek" diye bir tabir vardır Rıfkı. Arap harflerini, okunuşlarını, kuralları
öğrendikten sonra Kur'an'a geçersin. Çok azmedip mahallede herkesten önce
geçmiştim. Kadınların okuduğu Yasinlerden
birine ben de uzanır, “aferin” bakışları altında ben de parmaklarımla usul usul
Yasin'i takip ederdim; eliflerin, lamların, mimlerin hiç anlamadığım , melodisi büyülü
dünyasında...
4444 defa okunduğu takdirde isteklerin kabul olunacağına
inanan Salat-ı terficiyelere, Mevlidlere, Yasinlere çok kez tanık oldum o
evde. Kanepede bir ölü uzanırken nenemin boncuk boncuk gözyaşları içinde fısır fısır “Allah,
Allah, Allah” diye defalarca tekrarladığına da...
Kötü şeyler
oluyordu bu dünyada Rıfkı. “Okuyunca” iyi geliyor muydu bilmiyorum. Yaşanan
kötü şeylerden sonra okunanlar, ruhuna Fatihalar, ardından
söylenenler nereye gidiyordu hiçbir fikrim yoktu ama kötü şeyler yaşıyorum. Biraz
anlatacağım. Biraz dinle. Bu da benim dua etme biçimim…
Öyle olmuyor işte Rıfkı. Nasıl oluyor bilmiyorum ama oluyor bir şekilde. Yaşıyorsun yani. Ölmüyorsun. "Beni öldürmeyen acı, güçlendirir." diyen Nietzsche'ye "Yok, o öyle değil; biliyorum ben." deyip seksenlik ninenin sözünü hatırlıyorsun. "Biz neler gördük be çocum, bu mu kor adama?!"
Komuyor işte Rıfkı." Koyacak" diyorsun, komuyor. Ömürlerini "oyarak ve koyarak" geçirmeyi marifet bilen adamlarla yola koyulduğun oluyor. O yollara lanetler okuyorsun artlarından. Sonra başka yollara koyuluyorsun. Gerçekten bir şeyin koymadığını anlıyorsun. Bardağına senin sevdiğin votkayı koyan arkadaşların oluyor mesela. "Balım daha fazla koyma" diyorsun onlardan birine. O kadar alkol koyacak çünkü...
Ömrüne çok koymak isteyip koyamadıklarına, kıymak isteyip kıyamadıklarına yanıyorsun bazen Rıfkı. O pek fena oluyor. İçin kıyılıyor işte. "Açlıktan."Yaptıklarının karşılığı olmamasının, huzurun, şefkatin, güzel şeylerin açlığından... "Ben bu kadar kıyımı hak edecek n'aptım?" diyorsun, sadece nikah kıymak istediğini filan düşünerek... Söz konusu olan kıyımın derecesini anlıyorsun.
Rıfkı gerçekten çok üzgünüm,
yollarımızı ayırmak zorundayız. Yani bunu sana nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum.
Kendimi çok eski bir dostuma ihanet
etmiş gibi, yıllarca gittiğim bakkalın karşısındaki süpermarkete girmiş de
bakkal beni süpermarket poşetleriyle görmüş gibi, sonra her daim gittiğin
kuaförün önünden saçımı başkasına yaptırıp yürümüş gibi, on yıllık sahafımın
dükkanına bir bankanın yayınevinin yeni alınmış kitaplarıyla dalmış gibi, yani
senin anlayacağın lanet olasıca bir pislik gibi
hissediyorum ; ama yapmalıyım Rıfkı. Seni terk etmek zorundayım! Şimdi yapamazsam hiçbir
zaman yapamayacağım!
Beni istemeye geliyorlar Rıfkı. Nişan filan da yapılacak
işte. Hazırlıkları tamamladık sayılır. Pespembe bir elbise giyiyorum.Krem de
beğenmiştim bir tane aslında... Ama ince
giyerim ince, pembe yakışır gence Rıfkı! Yüzüklerimiz beyaz altın. Gerçi ben
sarı renkli olanları da beğeniyorum. İstediğim gibi bir ayakkabı
bulamadım, İzmir’de arşınlamadığım yer kalmadı üstelik. Bir de konuklarımız için özel
çerçeveler yaptık. Nasıl güzel oldu bilsen... Rıfkı tuhaf tuhaf bakmasana öyle!
Gayet ciddiyim ben! Artık gündemim böyle şeyler! Edebiyat dergilerinden
evlilik dergilerine terfi ettim. Çeyiz bile bakıyorum hem! Gerçi annem çeyizimi
japon pazarı , milyoncu, Tahtakale ayarında yerlerden edinmeme kızıyor olsa da milyoncular güzeldir!
İnsan bazen herkesin yaptığı şeyleri herkes gibi yapıyor
Rıfkı. O vakte kadar herkese benzemediğini iddia etse de, en büyük
ötekileştirmeyi kendine yapsa da bir bakıyor ki
herkes oluyor. Herkes her şeyleşiyor, her şey herkesleşiyor, tarih de
durmadan yazılıyor işte Rıfkı. Üstelik tekerrürden ibaret olan tarih.
Klişelerin tarihi. Sıradanlıkların, insan doğasının, hep aynı şeylerin,
monotonluğun, tek düzeliğin tarihi. Doğmak, büyümek, ölmek gibi biyolojik
gerekliliklerinin yanına toplumsal eklenti olmuş evlenmek, çoluk çocuğa
karışmak, ev taksidi ödemek, birinin karısı olmak tarihi. Dandik bir tarih
senin anlayacağın Rıfkı. Hiçbir şeye milat olamayacak sıradanlıkların tarihi...
Ben de kendime bir tarih yazma telaşındayım işte Rıfkı, daha ne olsun. Anne olunca anlarsın, diyorlar. Evlenince herkes her şey anlaşılır olur; sen dinle, diyorlar. Diyorlar da diyorlar. Anlamak mevzuna takmış durumdalar. Bense süzme bir saftiriklikle olan biteni anlamaya çalışıyorum. Tepsisi var bunun, tepsi tepsi sunulmuş ritüeller var.Yüzüğü var, parmağına geçirilen halkalar, ruhuna geçirilen görünmez çemberler var. Hep hapsetmekten o çember işi. Sonsuzluk filan demesinler Rıfkı. "Sonsuza kadar evet" var bir de, coşkulu bir sesle söylenmesi makbul, aman yarabbim.
Bir parmağın adı yüzük parmağı Rıfkı. Yüzük parmağı diye bir
parmak var. Yani işte yumurtaya can veren Rabbim, sanki çok önemsiz bir şey
icad etmiş gibi, görünümü en güzel olan parmağa “yüzük parmağı” adı veriliyor.
Başka işlevi yok sanki o parmağın... Şey diyorlar işte sorunca , bir tek o parmaktan kalbe
giden damar varmış , o yüzden manidarmış
..Vikvikvik.
Parmaklarımın çok güzel olduğunu söylüyorlar Rıfkı. Gerçi
sen de hep söylerdin. Neyse , konumuz bu değil. Geçenlerde parmağıma biri yüzük
taktı, inanabiliyor musun ? Vallahi şaka yapmıyorum. Şaka olduğunu düşünenler
oldu, hatta ben de ilk başta duruma vakıf olamadım. “Noluyoo?” dedim. “Neden!”
dedim. “Bir haftadır tanıdığım insansın ayol, bir kendine gel.” dedim ona. Ben
dedim de dedim ama Rıfkı, tek taşımı kendim takmadığım için, bütün kızlar
toplanmadığımız, neden yıprandığımızı sormadığımız için de egoma motor takıldı
hani...Uzun uzun yüzüğe bakıp triplere girdim. Etek giydim. Bacak bacak üstüne attım hanım hanımcık. Ellerimi
dizime koyup, yüzük parmağımı izledim. . Bunları yaparken evlenilecek kızcılık
oynadım. Ama sen eğlenilecek kızcılık
oynayıp eğlendiğimi düşün Rıfkı. Eğleniyorum zira!
Kafam karıştı Rıfkı . Evlenmek müessesi üzerine biraz kafa
yordum. Biraz evli insanlarla konuştum. Türk
Kültüründe evlilik üzerine akademik bir makale okudum. “Kendine gel Hande!”,,dedim.
“Evlenecek insan çeyiz malzemesi bakar, akademik malzeme ile iş yapmaz, mal
mısın?” dedim. Sonra kendimi “Tek istediğim çocuklarıma güzel hikayeler
anlatan, ve güzel kurabiyeler yapan bir kadın olmaktı” diyen Ursula Le Guin ablamla
özdeşleştirdim. Sylvia Plath'i de anımsamadan edemedim. Hani intihar etmeden
mutfak masasının üstüne çocuklarına süt ve kurabiye bırakıyor, ya. O şekil
modlara girdim zihnimde... İntihar iyi bir fikir değil Rıfkı, tamam sustum.
Sustum işte Rıfkı. Anneme gittim. Anneme dedim “Kafam
karışık anne.” Annem “Sevdadandır” demedi ama ona benzer şeyler söyledi. “Üzülüyorum
anne” dedim, birkaç damla yaş akıttım. “Ne yapacağıı bilmiyorum, işin kötüsü
ben bu işleri beceremiyorum, hani evlilik ne görmediğim bilmediğim için...” dedim.
“Hem özgürlük düşkünü olmam, insanların gözüne batıyor” dedim. “Kuş gibi özgür
olmayı düşünüyorum anne, kuş dövmesi yaptırıyorum yakın zamanda...” diye
ekledim. Evlatlıktan reddeceğini yine çemkireceğini düşündüm. “Senin seçimin Handecim .”diye
yanıtladı.
Bir kuş kondu badi parmağıma. Yüzük parmaktan daha güzel
olan parmağıma...
Nereden başlayacağını bilmeyenler için bir başlangıç yeri
verebilir misin Rıfkı? Peki ya nerede bitmesi gerektiğini bilmeyenler için bir
güzellik yapabilir misin? Daha da soracaklarım var; ama dur, omzuna yaslanayım
biraz beni dinle.
Yakın bir zaman önce, ağlama krizlerine girdim .Üstelik,
bunu en mutlu mesud anları yaşadıktan sonra yaptım. Dıptıslı ortamlara girip “Fenalardayızzz”
diye yer bildirimleri yapıp gecenin sonunda bir şarkı duyduğum için dağıldım
mesela. O huzur köşesi pembe pancurlu olmasa da pembe badanalı evime gelirken
tadım tuzum kaçtı. Durmadan tatlılar ve tuzlular yapmayı denedim ama tadım
tuzum hiç kalmamıştı. Bu duvarı badanalamalı mı badanalamamalı mı peki ? Olumsuzluk ekleri beni çok hırpalıyor Rıfkı,
ben mutlu olaMAdım.
Sonra işte doktora gittim Rıfkı. Doktor dediğin, bildiğin
psikiyatr. Birazcık anlattım. O da biraz dinler gibi yaptı. Sonra çok ciddi bir
tavırla “Kaygı bozukluğu” dedi. “Benim tek kaygım hala ölememek, senin ağzını
burnunu kırarım bak doktor!” diyecektim ama diyemedim. “Hmmm, tamam” gibi
dudaklarımın arasından bir şeyler gevelemeyi tercih ettim. Bana küçücük küçücük
süpersonik haplar verdi. İnsanların birazı “ Hayatındaki kötü şeyleri çıkar
Hande, küçük şeylerle mutlu ol!” filan diyecek oldu. “Dalga mı geçiyonuz siz!?” dedim onlara. “Durmadan
benle uğraşan nevrotik bir anneyi, benle hiç uğraşmamış sorumsuz bir babayı, eski
sevgilimin yeni sevgilisini, yeni sevgilimin eski sevgililerini, kıtık
öğrencileri, yatmayan maaşı, bu bitmeyen faturalarımı neremden çıkarayım acaba?”
dedim. Sonra kafamdaki şeyleri çıkarmamın kafi olacağını anlattım büyük büyük.
Küçük küçük haplardan birini yuttum
ardından, kafam çok rahatladı.
Bitmeyen şeyler oldu sonra Rıfkı. Okunmamış kitaplar,
yazılmamış word belgeleri, yarım kalan sevilmekler, başı hatırlanmayan eksik şarkılar...
Bitiremediklerim için hapı yuttuğumu düşündüm ben hep. Bitmeyenler, hala
varlığını yok oldukları için sürdürenler olduklarından müptezel oldum galiba
ben hep. Hep devam edemediğimden,
hayatımdaki bir halt hep olmadığından yarım kaldım galiba ben hep.
Bugün bir fotoğraf gördüm Rıfkı. Kırmızısı az bir fotoğraf. Bir fotoğrafa bu kadar üzüleceğimi düşünmemiştim uzun zaman sonra. Benim çektiklerime benzemiyor elbet. Ben anı fotoğrafları çekmem zaten, biliyorsun. Babaannem yazmıştı bir vakitler anı defterime...Anı değil, hatıra demişti tabi o. "Hatıralar birbirlerini sevenler için boş ve manasız bir şeydir." diyordu canımın sultanı babaannem.
Sana babaannemi anlatıp kafanı skmeyeceğim Rıfkı. Bugün bir fotoğraf gördüm. Üzülmemek için elimden geleni yaptım ama üzüldüm. Çünkü insan üzülüyor. Yıllara inat bir fotoğrafa bakıp yumruk yemişe dönebiliyor. Kadınların bu kadar öngörülü olabileceğine şaşırıyor, içinden "hasktir" deyip sonra gülmeye devam edebiliyor. Kolunda çok yakışıklı bir adamla gülerek yoluna devam edebiliyor. O yakışıklı adama da bir şey çaktırmamak için Oscarlık performans sergilebiliyor ama, ah bu amalar Rıfkı!
Hani benim çok sevdiğim biri vardı hayatımda...Hani evlenecektim. Hani "aşk varsa odur", "Ben onu yaşadım!" diyordum.Hani sen bana çemkiriyordun, "Onu unutamadın!" diye. Hani ilk zamanlar yazdıklarımı kıskanıyordun, bütün bunlar ona mı diye...Ah Rıfkı ah! Nereden nereye gelmişiz. Gördüğüm fotoğraf ona ait. Yanında ilişkimiz boyunca kıskançlık krizlerine girmeme yol açan, her davranışından kıllandığım bir sarışın...Dost meclisleri, rakı sofraları... O yüksek doz alkolle samimilik artışları. Sarhoş olmadan aşk yaşayamamaklar...Aşkı şişelere sığdırmaklar...Bildiğim şeyler işte Rıfkı. Onunla da öyle bir yerde tanışmıştık çünkü.Tek fark, ben masanın solundaydım. O sarışın sağında. Bir Fransız Devrimini içimde yaşatıyorum ben her daim Rıfkı, yine sol taraftayım...
Kızın tırnaklarındaki kırmızı ojelere takıldı gözüm Rıfkı. Onun kırmızı ojeden nefret ettiğini düşündüm. O sevmiyor diye yıllarca hiç mi hiç sürmediğimi... "Orospu kırmızı" nın halbuki bana ne kadar yakıştığını. Hayatımdaki bütün kırmızıları yok ettiğini... Kırmızı rengin yerine hayatıma soktuğu grileri, karaları, siliklikleri, soluklukları... Üzerimdeki kırmızılı pijamalara, şu an tırnaklarımda olan kırmızı ojelerime baktım uzun uzun. İçim cızzz etti Rıfkı. Nicedir duymadığım o sesi yine duydum. İçime yarım şişe kadar Jack döktüm sonra. Birkaç sigara yaktım. Tutuşacağımı sandım. Tam alev almaya başlamıştı ki içim, gözyaşları bu defa bir halta yaradı. İnce bir cızırtı çıkartarak cııız ettirdi her şeyi. Islak kültablasına sigarayı söndürünce çıkan sesten daha fazlası değildi içimdeki cızzın sesi.
Sonra kıtırtılı bir makas sesiyle o fotoğrafı oymak istedim Rıfkı.Sessizliği bir makasla kesmek istedim. Fotoğrafı kırmızıya boyamak istedim. Kendi kafamı koymak istedim oraya. Mutlu olacak mıydım, sanmıyorum. Yakıştıramadım kendimi aslında. Onca güzel şeylerden, güzel insanlardan, kahkahalardan, sonra ben o fotoğrafta olmak istemedim.
Ben bu yazıyı kırmızılar silinmesin diye yazdım...
Evime geçince sıkıntılarımdan uzaklaşacağımı, bütün gün
tuğla gibi kitaplar okuyup, tuğla gibi şarkılar altında ezilip büzülüp kendimi
yok edeceğimi sanmıştım Rıfkı. Olmadı ama; hiç olmadı. Bilhassa kendimi poğacalar, börekler
ve pastalar üzerinden var ettim. Bol miktarda keklendim Rıfkı. Kısır yaptım güzelce ama
kısır kaldım pek çok konuda. Susam ve çörek otunu özenli bir şekilde serpiştirirken pişirdiğim kurabiyelere, hayatıma serpiştiremediğim şeyleri düşündüm. Tomurcuk kokulu
çaylar demlerken yeni fikirler filizlendirdim; bir süre daha demlenmesi gereken.
Gördüğün gibi bu mutfak hengamesi arasında edebi kişiliğimden asla ve kat’a
ödün vermeyerek şiirsel maceralarımla yoluma devam ettim.
Geçmedi ama Rıfkı sıkıntım geçmedi. Koltuklardan,
kanepelerden, duvara astığım ikea çerçevelerinden, 180 C ısıtılmış fırınlardan,
fiskos örtülerinden, banyoyu ciflemekten, akşam yorgunluklarından, akşam
yemekleri sonrası portakal ve elma kabuklarından, vileda kovalarından, cam
bezlerinden, kapı önü paspaslarından, apartman görevlisinin yanından, apartman
teyzesinin evinden geçtim de sıkıntım geçmedi. İçimden geçirdim de bir şeyleri
sıkıntım geçmedi. Yardan ve serden, akıllardan gönüllerden geçtim de sıkıntım
geçmedi. “Başka kollardan geçtim!”desem Rıfkı; kimse için bir cinayet sebebi
olmayacak. O yüzden bu mevzuları direkt geçmekte fayda var.
Sonra kendim ve sıkıntım salonun baş köşesinde oturup uzun
uzun susuştuk. Sessizliği yine ben bozdum. Senin “Kadınlar neden susmayı beceremez?” sorun
aklıma geldi o anda. Sıkıntımın ve senin en alâ orospu çocuğu olduğunuzu
düşündüm. O an ikinize birden bağır bağır bağırasım geldi: "Daha ne istiyorsunuz be! Mutluluk ödev değil. Ödev değil işte, Bruckner'in dediği gibi. Sokun o koca kafanıza. Facebook'a evlilik ya da tatil fotoğrafını koyan gerizekalı arkadaşlarınızı düşünün örneğin. Bu fotoğrafları ekleyip "mutluluk ödevini" günü gününe yapan arkadaşların motivasyonu, senin evde kaldığınla ya da senin o an boktan işyerinde daralıp boğulmanla beslenir. Senin mutsuzluğundan mutlu olurlar yani...!" Daha da uzun cümleler kurabilirdim Rıfkı. Yine susmayı beceremezdim, diğer kadınlar gibi. Kadınlar susmayı beceremez evet,çünkü ne vakit
susarlarsa bir orospu çocuğu gelip ağızlarına sıçar! Onlar da kelime kelime kusarlar nefretlerini, sıkıntılarını ,
dertlerini... Sözcük sözcük yok eder. Konuşturulmadıkları zamanda o kadınlar; bir suya,
biraz pirince, bir pişirim helvaya okurlar meramlarını. Ve tabi yine
konuşarak... Usul usul da olsa konuşarak...
Ben şimdi fırına bir kek koyup, ona biraz sıkıntı anlatayım Rıfkı.
Bu gece bu evde son gecem Rıfkı.
Kendi evimin, yastığımın, zilimin olması
fikri hala pek bir tuhaf. Hani böyle ne diyeceğini bilemediğin haller olur ya
mala bağladığın...Tam da o halet-i ruhiyede tepişmelerdeyim. Sevineyim mi,
üzüleyim mi, bu telaşenin içinde yarın çalışacak olmama küfür mü edeyim,
kararsızım. Küfür edeceğim başka şeyler ve insanlar da var tabi. O adi koltukçu mesela. “Nenemin
eski berjerlerini retro kumaşlarla kaplaticim!” diyen kendiceğizimi
iplemeyerek, koltukları hala yapmamış olduğunu öğrendim bugün. Birkaç
ciyakladım, sonra o adi adama hayvan
gibi kapora bıraktığıma yandım. “Ben size güvenmiştim...”dedim , sesimi
burarak. “Nereye oturacağım şimdi ben?” diye sordum adama, son derece nazik bir
popom varmış gibi. Pek bir işe yaradığını sanmıyorum bunların. Yaramaz öyle her
zaman güvenmekler Rıfkı. Geçen defa senle daha iyi deneyimledim. Oturmak
demişken, içime oturanlara bir şey diyemeyeli epey bir zaman oldu. Bir de
hayatımda oturtamadıklarıma... Baş köşeye oturtmak istediğim adamların, beni
hayatımın bütün köşe başlarında yalnız bıraktığına konusuna ise hiç girmek
istemiyorum.
Çok yorgunum Rıfkı. Bugün bir matkap aldım. Lazım olacak
çeşitli işlere. O matkapla içimi açıp deşmek, birkaç vidayı gevşetmek, sonra
bir güzel rahatlamak istiyorum. Bütün bu işlerin erkek işi olduğunu söyleyenler
var. “Sen mi monte edeceksin o rafları duvarlara?” diye hayretle soruyorlar. Monte
edip, sökmek benim işim diyorum. Anlamıyorlar. Ama ben o kadar çok
şeyi kendime monte edip, itina ile söküyorum ki şu sıralar... Babamın evinden, annemin
vaktiyle şahsıma düzdüğü çeyizleri söktüm az bir zaman önce, babamın tuhaf
bakışları arasında. Yardım etme teklifini reddedip, bir boyacı merdivenin en
üst basamağında, ona tepeden bakarak “Ben hallederim!” dedim .O an gerçekten büyüdüğümü hissettim. Sonra doldurduğum kitap kolilerine bakıp bakıp
“Sen bunları taşıyamazsın Hande!” diyeneler oluyor. “Kafamda taşımışım onları ben, manyak mısınız çok af edersiniz!” diyorum.
Gülüşüyoruz halime.
Bunları siktir edelim Rıfkı. Ben bugün avize fiyatı, nakliye
firması adresi, matkap türevleri dışında birkaç şey daha öğrendim. Nostaljinin,Grekçe
Nostos = yuvaya dönüş sözcüğü ile Latince Algia = hastalık sözcüklerinin
birleşmesinden oluştuğunu...Bunun Osmanlıcadaki karşılığı olarak ise Daussıla , yuva hasreti gibi hüzünlerde
bekletilmiş bir kelimenin varlığını...
Evlerle ilişkimin hastalıklı
olduğunu öğrendim yani. Evsizliğin açtığı yaralarımı sarmayı öğrendim. Yıllar sonra ilk defa başkalarının olmadığı, kendi emeğim, zevkim, paramla döşenecek bir evin olabileceğini; istedikten sonra her boku yapabildiğimi öğrendim. Birtakım başka insanlarla ve seninle
yaptığımız umumi evcil faaliyetleri anımsadım. Evcilleştiremediklerimi bir de...
“Örneğin,
sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın
yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için
dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama
beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak Sen benim için tek
ve eşsiz olacaksın, ben de senin için.” “Anlamaya
başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.” “Olabilir. Dünyada
her şey mümkündür.” dedi tilki.
Rıfkı’nın diş fırçamı, fırçalığından kaldırmasının üzerinden
sekiz ay geçti. Tam sekiz aydır benim diş fırçam, Rıfkı’nınkinin yanında değil.
Bu sekiz aydan önceki sekiz ayda , benim diş fırçam Rıfkı'nın diş fırçasının
yanında durmuştu. Rıfkı, tamı tamına sekiz ay boyunca her sabah ve her akşam dişlerini
fırçalarken benim diş fırçamın yanında duran diş fırçasına uzanmış, sabah işe
gitmiş, hafta sonları hazırlanıp arkadaşıyla buluşmuş, uzun uzun dişlerini
fırçalamıştı.
Rıfkı sekiz ay önceden önceki sekiz ay önce “Sana diş
fırçası aldım Hande.” demeseydi, benim onun evinde hiç diş fırçam olmayacaktı. “Deliriyorsun
sonra sabahları...” deyip gülümsemeseydi, yanında uyandığım sabahlarda, “Diş
fırçam onun evinde var. ..”diye, kendimi güvende hissetmeyecektim.
O diş fırçası sekiz ay boyunca o fırçalıkta durmasaydı, beni pek
önemsemediğini düşünecek; yanında kalmamak için binbir bahane uyduracaktım. “Kıyafetim
yok, hazırlanmam lazım, düzleştiricim hatta diş fırçam bile yok!” diye homur
homur homurdanacaktım.
Diş fırçamı,
kendininkinin yanına koymayı seçmeseydi, benim eşyalarımı evinde görmekten
mutsuz olduğunu düşünecek, hiçbir eşyamı onun evinde bırakmayacaktım. Onun
evinde biriken kitaplarımı, cd’lerimi, inciklerimi boncuklarımı önemseyecektim. Sabahları uyandığımda, kendi evimden işe
gitmenin rahatlığını hiç duymayacaktım. “Ben
çıktım canım, telefonlaşırız...”deyip, en olağan halimle evinden çıkmayacaktım.
Rıfkı'nın, sekiz ay boyunca, her güne benimle başladığını
düşünüp, bundan mutlu olduğunu hissetmeseydim, çoktan gidecektim. Kafama sıkıp
gidecektim. Belaya atlayıp da gidebilirdim. Gitmek eylemini layığıyla
gerçekleştirip, her gitmek düşüncemde, Rıfkının bana verdiği değeri düşünüp, bu
eylemden uzaklaşmayacaktım. Sekiz ay boyunca, bazı günlerde, canıma tak ettiğinde,
onu sevmediğimi düşündüğümde,bana aldığı diş fırçasını aklıma hiç getirmeyecektim.
O sekiz aydan sonraki sekiz ay sonra, bir gün Rıfkı’ya
gitmeseydim, kafa karışıklığıma son vermek istemeseydim, ruhumu anlamak için çaba göstermeseydim, lanet
bir sabah uyandığımda diş fırçalıkta fırçamın durmadığını görmeyecektim.
Orada duran bir tanecik diş fırçasına bakıp, Rıfkının
yalnızlığını, onun hayatına dahil olamayacağımı anlamasaydım, o sabah aynaya baktığımdaa yok olmak istemeyecektim.
O sekiz aydan sonraki sekiz ay sonra, makyaj çantamdaki küçük
diş fırçasını çıkarıp, dişlerimi fırçalayıp, çantama geri koymasaydım, o sabah
onunla başka bir hayata başlayacağımızı düşünecektim. Kahvaltı etmeyi bile
gereksiz görüp, anlamsız ve durduk yere, "Gidiyorum ben..." demeyecektim. Rıfkı gibi
yalnız olan diş fırçasına bakarak, aynayı ve kendimi parçalamak istemeyecektim. Ben o sekiz aydan sonraki, sekiz ay sonra; bir sabah uyanıp aynaya baktığımda, bir diş fırçasının beni bu kadar yaralayabileceğini hiç bilmeyecektim.
Bu yazı babamın, Rıfkı’nın ve diğer Rıfkıların evinden
uzaklaşan tüm diş fırçaları için yazılmıştır.