Acele et, ani karar ver!
Dershanede kayışı koparmışım, buffalolar gibi çalışıyorum.
Zaten iki edebiyat öğretmeniyiz, bir tanesi iyarı dönemde ayrılıyor. Eşek yükü
ile ders bana kalıyor. "Deneyim, deneyimdir kızım Hande" diye diye idare ediyorum.
Evde mutsuzum, salak saçma yarım yamalak biri ile
görüşüyorum, üstelik görüştüğüm kişiden haz etmiyorum, bir şey de olmuyor
filan. Depresifliğin dibinde kendimi depresena vurmuşum. Yalnızlık ve
yabancılaşma temalı şeyler okuyor, mutsuzluğuma mutsuzluklar katıyorum.
Neyse, efendim; bu skimsonik hayatımı renklendirmek üzere
Yaşar Kurt konserine gitmeye karar veriyoruz. Üstelik en dershaneci halimizle! Dershanecilik
demek cumartesi gecelerinin yalan olması demek. Fakat bana yalan olur mu hiç? “Sabah
dershanede uyuruz hacıt,nolcek?” diyerek ve ekürimi gaza getirerek cebimdeki
son parayı konser biletine vermekte zerre beis görmüyorum.
Sabaha kadar Yaşar Kurt’a eşlik edip “vuhooohooooo
haağyiyyaaa” şeklinde böğürüyoruz. O gece çok süper bir hatunla tanışıyorum.
Eski sevgilisi nişanlanmış falan filan, karışık mevzuları var. Sonra gecenin
köründe “Biliyor musun ben şairim Hande” diyor. Bakıp gülümsüyorum. “Ben de
yazar müsveddesiyim.” diyorum. Adının
Didem Gülçin Erdem olduğunu öğrendiğim Everest’ten kitapları çıkan bu şahane
hatun o gece karşıma çıkan en güzel şeylerden biri oluyor. “Korkuyorum anne, al
beni içineeee” diye bağrınıyor Yaşar Kurt,
“Bunlar hep Freud, hep ana karnına sığınma isteği…” diye gülüşüyoruz.
Yaşar Kurt’un kulisine girme fırsatımız oluyor konser
bitiminde, çılgın delibozuk öğrencilerimiz sayesinde. “Çorba içmeye gidelim!”
diyoruz. “Tamam bekleyin” diyorlar. Tabi sonradan satıyoruz, özgüvenimize
tekrar kurban oluyorum.
Dershanede koltuğun üstünde bir iki saat sızdıktan sonra
sabah derslerimiz başlıyor. Öğle arası gelip çatıyor. Benle tanışmak
isteyen, beni daha önceden görüp beğendiği söylenen o meşhur*
adam dershaneye geliyor. Ben sonradan öğreniyorum. Beni beğenip gördüğü hep
masalmış. Bizi tanıştırmak isteyen zatın uydurmalarıymış. Böyle bir el sıkışıyoruz,
fakat zerre etkilenmiyorum. O an sadece içimden “Ver bana düşlerimiii, ver banaa
gülüşlerimi” diye şarkı söyleyen bir Yaşar Kurt. “Balkona çıkalım.” diyor, sigara içmediğimi
söylüyorum.” Ne içersiniz hocam?” diyorum, “çay” diyor. Mutfağa doğru uzanıyor.
“Yok ben alırım.” diyor çay dolduruyorum.
İş güç konuşuyoruz. “Gel Milas’a, haftanın iki günü çalış.” diyor. Bizi tanıştıran
hoca vaktiyle öğretmen aradıklarını söylemişti. Bunun da epey bir zaman sonra
tezgah olduğunu öğreniyorum.” Vallaa bilmiyorum ki değişiklik heem”
gibilerinden bir şeyler geveliyorum. Sonra “çok uykusuzum.” diyorum,”
sabahladık”. Müzikten filan bahsediyor, evinin, öğrencilerinin, fotoğraflarını
gösteriyor. Telefonumu alıyor. Akşam eve gittikten iki saat sonra telefonum
zırlıyor. Uzun uzun saçmalıyoruz.
Ertesi gün yemeğe gitmeye karar veriyoruz. Lakabı hazır
bizimkinin. Fransız okullarında çalıştığı için “Mösyö.” Geliyor Mösyö.
İntihardan, ölmek istediğimizden, onun Fransa’daki çılgın yaşamından konuşuyoruz.
Gece uzuyor da uzuyor, konuşuyor da
konuşuyoruz. O gece için“Ne hatırlıyorsun?” diye sorsalar, hiç mi hiç tanımadığım bir adamın evlilikten
bahsettiğini, evde “benim gibi bir meleğin dolaşmasından çok mutlu olacağını”
söylediğini derim. Şimdi baksam "neyin kafası lan?!" derim de derim de,
diyememişim.
Ertesi gün bu kadar yakınlaşmanın sonucunda, "Ben bu adamın
etüt merkezinde filan çalışmam!" diye iç sesime kulak verdiğim için mesaj atıyorum. “Çok
teşekkürler ama bu saatten sonra böyle şeyler olmaz. Seni tanımak güzeldi.” ayarında
erkek kafası bir mesajı "gönder" butonuna basıyorum. Arıyor çat diye. Öyle olur
mu bilmem ne, vıdı vıdı… E ne güzel de olurdu diyorum şimdiki kafamla, hiç seni
sorumluluk altında bırakmıyorum, efendi gibi çekip gidiyorum, daha ne diyorum
ama o kadar ısrara dayanamıyorum.
Bütün hafta deliler gibi konuşuyoruz. Haftasonu Bodrum’a gelmem konusunda ısrarın
dibine vuruyor. Bense çekinceliyim. Bokunu çıkarıyor, ben de “İyi lan” diyorum,
çıkıyorum akşam saatinde yola. 10-11 gibi Bodrum’da oluyorum. Evde de paşanın
İngiliz kız bir misafiri var. O ne lan, o ne esneklik bendeki…Ama "gık" demiyorum, özgüven sahibiyiz, yiğitliğe b.k sürdürmeyeceğiz ya... Giderken de mozaik pasta yapıp götürüyorum. Söz vermiştim çünkü…
Oturuyoruz kanepede. Hayatında yediği en iyi mozaik olduğunu
iddia ediyor.. Söz nereden açıldıysa , yine evlilik mevzuna
geliyor. “Ya sen hep konuşuyorsun ama bana evlilik teklifi bile etmedin ki” diyorum.
Sonra elime uzanıyor. Cebine gidiyor eli. İlgilenmiyorum bile. Parmağımı
göremeyeceğim bir biçimde tutuyor, ve iki saniye sonra parmağımda bir tektaş
görüyorum.
En şaşırdığım anlardan biridir. Mutlu olmuştum. Güzellik
yarışmasında birinci olan kızların salak hissini yaşamıştım. O hissin bir ömür
sürmeyeceğini anlamam üç ayımı aldı. Ayrıldıktan sonra “Takıları gönder,
tektaşı da unutma!” diyen bir it olunca, üç saniyenizi bile alabiliyor o anlama hali...
Sonra pat pat gelişen nişan süreci, evlilik telaşesi, bilmem ne…
bunu taşlardan
öğrendim, adını da/şimdi ben ıslaksam/ dille kapatılmış bir zarf kadar/ hepsi o” diyordu.İçimde de tek olmayan bir taş sancısı vardı. Yaşar Kurt'a hala bir çorba sözüm var, çünkü bana bugün de eşlik ediyordu; kamyonlar kavun taşımıyordu fakat…
içime işledi yazın. ben mi çok duygusalım bugünlerde hamilelik hormonlarımdan ötürü, yoksa boşvermişliğinin altında yatan acını mı görüp duygusallaştım.. bilemedim..
YanıtlaSilay canım olmasın bir şey...bebeen iyi olsun. ben şu an gerçektne domuz gibiyim. her boşvermişlik bi acının üstüne geliyor be mirella...bak yine duygusallaştım:/
SilYa Hande ben yine kıpkırmızı bi ah dedim sonra fil geldi yine oturdu bu kez kalk demedim bizden nasılsa... Canımın içinin çekirdeği...
YanıtlaSilfil bizden, aşinayız birgülüm...sıkıntı yok ki. aşırı bi cansın sen!
Sil