24 Aralık 2014 Çarşamba

kusmuk

1.
6 ya da 7 yaşındaydım. O zamanlar nedendir bilinmez deniz korkum hat safhadaydı. Aslında nedeni açıktı, o kadar küçük yaşta cumburlop diye beni denize atan yazlıkçı bir sülalem vardı. Bu korkunun farkına varan annem durmadı tabi. Beni hemen gidip bir havuza yazdırdı. Daha sonra kolumdan tutup götürdüğü kurslardan sadece birisiydi. Çünkü korkularla yüzleşmek gerekirdi.
Yüzme havuzu korkunç ve çocukların çok fena stillerde yüzdüğü bir yerdi. O kadar karnım ağrır, o kadar strese girerdim ki her defasında midem bulanırdı. Küçük yaştan beri ne zaman strese girsem midem hala bulanır. O gün o yüzme havuzunda korkunç mide bulantısına dayanamayıp bir çocuk kusuğu kadar havluya kustum. Sonra kimseye çaktırmadan en çocuk halimle havuzun duşlarında onu yıkamaya çalıştım. Geçmedi. Anneme kustuğumu söyleyemezdim. Çünkü her sınavdan her stres yaratan durumdan önce kusmam onu korkuturdu. Ama annemin kuralları kesindi: Yalan söylenmez! Çünkü yalan söylenebilir bir şey değildir.
Eve geldik. Vicdan azabıma dayanamayıp “Anne ben bugün havuzda kustum.” Dedim.” Biliyorum Hande, havluda gördüm.” dedi. “Aferin.” dedi sonra “iyi ki söyledin!”
Sonra işte havuz korkumu yenip tramplenden balıklama atlayacak kadar olayı ilerlettim. Yalan söylememiştim ama…

2.
İlkokulun en inek çocuklarından biriydim. Bir gün öğretme,  teneffüste ona gevrek almamı söyledi. “Ama kantinden al Hande.” dedi. Dışarıya  “öreeetmen gönderdi.” demeden çıkamazdık çünkü. Kantinde de şansıma gevrek kalmamıştı. Görevi yerine getirmem gerekiyordu. Kapıdaki nöbetçiye “Serpiil Öğretmeen gönderdi. “dedim. Gevreği aldım. Derse girdik. O ders vicdan azabıyla karışık uzadı da uzadı. Daha fazla dayanamadım.. Ders çıkışı öğretmen masasının yanına ürkek adımlarla yanaşıp:
“Örtmenim dışarıya çıktım ben, kantinde gevrek kalmamıştı çünkü.”  dedim. “Önemli değil Hande,.”dedi. “Bir daha olmasın ama keşke bana sorsaydın.” dedi bir de . İçim rahatladı. Bir daha da olmadı.

3

O aşık olduğum insanla sonrasında 4 yıla yakın sevgili olduk. İyiydi, güzeldi. Sonra ben sıkıldım. Ayrılık krizlerine girdim. Defalarca ayrıldık. Bir gün bilgisayarımı onda bıraktım. Msn kayıtlarım uluortaydı. Hiç görüşmediğim bir elemanla yazışıyorduk msn’de. Sonra o kayıtları gördü. Ayrılmak için bahanemi hazır etmiştim.  Küçükparkta son çaylarımızı içtik. Ayrıldık. Ertesi gün Ales vardı. Ales öncesi yine midem bulandı, yine kustum. Sınavdandır dedim, değildi.

5.
 Bugün hiç beklemediğim bir insanın hiç beklemediğim bir yalanına şahit oldum. Bütün kinimle kırgınlığımla kusasım geldi. Sindiremiyordum. Annem böyle “Kus bir rahatlarsın.” Der. Azıcık alkol aldığımda, biraz ağır bir yemek yediğimde hep olan durumdur bu.  Ama ben bu defa kimseye hiçbir şey kusamadım. Sindirmem gerekiyordu.

Anne biraz dünyayı kusasım , biraz başka korkularımla yüzleşesim var.

Anne dünyayı hazmediyorum.





Ps: Yazıyı okuduktan sonra akşam salata yemeye gidelim! 

12 Kasım 2014 Çarşamba

Rıfkı'yla terapi yapıyorum-2

Meğersem depresyondaymışım Rıfkı. Niye hiç söylemiyorsun? Onca zaman sessizlik sükunet sebepsiz değilmiş. Gerçi anlamam gerekirdi . Her gece ağlayıp her sabah zorla işe gidiyordum. Fotoğrafı şutlayıp entel mevzularımın tamamını rafa kaldırmıştım. Boş zamanlarında değil; boşluk yarattığı her anda, içeride, dışarıda, derste sırada kitap okuyan insanım diye övünürdüm halbusi. Şimdi bütün boşluklar bir karadelik Rıfkı, beni anlıyor musun?

Psikolog bu defa  kendimi ve yaşadığım sorunu temsil eden bir resim çizmemi istedi. Kocaman deşilmiş bir kalp arkasına da mutlu mesut bir tablo çizdim. Çiçekler ağaçlar kuşlar vardı bu saykodelik çalışmamda. Çizdiğim şey şuna benziyordu:




“Bu kalp benim kalbim. Ve gördüğünüz gibi ortadan deşili. Dünya kutuplardan basık ortası işkence, zaten. Neyse bunlar edebi mevzular.  İşte bu.”

Sonra da bu sorunu çözmem için başka bir kağıda başka bir resim çizmemi istedi. Koskoca kağıdın ortasına iki tane çöp adam çizdim. Vaktim olsa çöpe giden adamlar çizecektim ama resim yeteneklerimi konuşturmaya takatim yoktu.


"Bu mutsuz , şakülü kaymış hatun kişi benim. Gördüğünüz gibi kızgın, öfkeli, hayata karşı içinden alevler fışkırmış.…Adeta hüzün ki en çok ona yakışmış. . Bu da işte benim hayatımdaki Rıfkı. O mutsuz değil ama…"

Sonrasında bu çiko kıvamındaki resmimi yorumladı sevgili piiskolog. Her şeyin sebebi meğersem benmişim! Zamanında o kadar kırılmışım üzülmüşüm, kendimi o kadar yok etmişim ki, şimdi var olma ait olma mücadelesi veriyormuşum. Yalnız yaşamak, kendi kendine yetebilmenin ağırlığını kaldıramazmış bazen bünyeler. Kaldırmasına da gerek yokmuş. Çünkü annem "çok çok güçlü", "kendisi gibi" bir kız yetiştirmiş. Sonrasında bu kadar gücün altında ezilmişim. O çizdiğim kalp de meğersem benmişim. O mutlu mesut tabloyu sadece  kendimi öne koyduğum için görmez olmuşum. Ev iç dünyammış. Kapısı penceresi olmayan iç dünya mı olurmuş gerçi. Soluklanamıyorum piskolok, ondan diyemedim. Bir aspiratörüm olaydı içerde bari eyiydi  de diyemedim. 

Çözüm için ise kendimin mutlu olması gerekiyormuş. Yanımdaki insan bak mutluymuş, niye arızaya bağlamışım ki?! Haksızlık ediyorsun ama diye serzenişte bulundum piskoloğa. "Benden iyi sevgili Şamda kayısı üstelik!" dedim. Bir de o resimde koskoca bir kağıdın ortasına minimal çöp adam çizmek de kendimi yok etmemle alakalıymış. Böyle kişiliksiz olmaz olaydım. Roscharch yapsaydın bari, kelebek filan görürdüm de diyemedim.  O kadar eğitim bilimciyiz biz de aldık derslerini bunların da diyemedim. Neyse, iç dünyamın içi çıkmış kısacası Rıfkı.

Sonra ağlamaya başladım. Çünkü ters yüz edilince genelde ağlarım. Birinin beni pracıkta ters yüz etmesi bütün ipliklerimi, dikiş izlerimi teğellerimi görmesi hiç hoş değildi.  Hiç hoş olmayan durumlarda da genelde ağlarım. Şimdilerde bu nahoş durumlarda bazen küfür edip öfke nöbetleri geçiriyorum Rıfkı. Ama o an ağlamak en kolayıydı.

Psikolog bana mendil uzatırken, bir sigara içip o resmin ortasına koskoca bir sigara basmak istedim. Elimden gelse hayatıma en büyük kara deliği açıp bütün kırgınları yuvarlayacaktım.


29 Eylül 2014 Pazartesi

Rıfkı'yla terapi yapıyorum-1

Sana seslenmekten de yoruldum artık Rıfkı. Ne halin varsa gör, diyesim geliyor bazen. Bazen, bazenler hiç çekilmiyor. Takvim yapraklarının gövdesinde günlerin saklandığına inanırdım, o bazenlerin bazısında… Dedim ya artık bazenlerin de, benim de, senin de hiç tadımız yok.
Seslenecek bir psikolog buldum, ve  seni hayatımdan bertaraf etmeye karar verdim. Çünkü Rıfkıcığım, o bana senin gibi geçmişi hatırlatmıyor, o geçmişini şettiğiminin geçmişine kafa atmam için elinden geleni yapıyor. Şu ana kadar pek başarılı olduğunu söyleyemem. Ama bana çok güzel şeyler söyledi. Çok güzel şeyler söyleyen insanların elini ayağını öpesim gelir Rıfkı. “Bülbülün çektiği dili belâsı!” derdi babaannem. Buradaki dil, kuşkusuz hem gönül hem de dil anlamında tevriyeli bir kullanım. Rıfkıcım,  Rıfkıcım…Edebiyattan da sıkıldın biliyorum.
Neyse, sana biraz psikolog maceramı anlatayım. İşte sandığın gibi öyle kasvetli bir oda , koskoca bir hipnoz koltuğu filan yokmuş. Oda gibi oda, koltuk gibi koltuk, psikolog gibi psikolog oluyormuş karşında. Ortamdaki nüansı bozan tek şey bendim o esnada. Ama Allahtan o koltukta durmadan nüans bozucu kişiler olduğu için, canım psikolok beni çok sevdi.
Ona geçmişle ilgili silemediklerimi anlattım. Takıntılarımı. İlişemediğim ilişkilerimi. “  Evlenmekten korktuğun için mi nerde evlenilmeyecek insan var , onu buluyorsun Hande?” dedi. “Ne bileyim lan ben!” denmiyor maalesef o koltukta. “Bilmiyorum ki…” diyorsun. Sonra işte ilişemediğin başkaca şeyleri anlatıp şıpır şıpır yaşlar akıtıyorsun.
Ona mutsuz olduğumu,  her şeyi deşmekten içimin deşildiğini , psiho+ logia diye parçalarına deştiğim bu kelimenin logia, logos yani bilim kısmının derhal beni iyileştirmesi gerektiğini, yoksa bu kadar mutsuzluğu kaldıramadığımı söyledim.
Bana mutluluk ya da mutsuzluğun öyle bir şey olmadığını söyledi.Onlar şöyle şeylermiş Rıfkı.Sana aynen aktarıyorum :"İnsanın dört temel duygusu var Hande.Korku, öfke, mutsuzluk ve mutluluk. Diğer duyguların hepsi bununla girift. Yani  başarı mesela…Evet mutluluk ama içinde öfke de barındırıyor. "Bak nasıl yaptım?! "filan diyebiliyorsun başardığında. Sonra hırs…İçinde nasıl korku barındıran bir duygu , tahmin edersin. Şu an karşımdaki mutsuz kadın hep geçmişteki öfkelerinden ve korkularından…
Sana bu kadarını anlatıyorum Rıfkı, çünkü bu işlerin gizlilik ilkesi  var! Hayret bir şey. Eğitim bilimciyiz bir yerde, biz de biliyoruz.
Oradan çıktığımda bilime saygım bir kez daha arttı ve inan bana Rıfkıcığım verdiğim tl'leree acımayıp psikologa “Helal para kazanıyon , valla bak! diyememenin acısı içime çöktü.

Bütün kötü bazenleri eski takvimlere gömesim var Rıfkı!

Mujk. 

11 Temmuz 2014 Cuma

farkındalık yazısı

Bu bir farkındalık yazısıdır Rıfkı. Dinleyenlerden aro.

Lisedeydim. Kıçıkırık bir dershanenin kıçıkırık bir öğrencisiydim. İnsan o dönemlerde dershanede dereceye girmeyi çok önemli bir şey sanıyor. Girmemeyi de pek tabi. Başarının başkalarının şartlarına bağlı olduğu bir dünyaya sıkı sıkıya bağlanıyor. Bağlanmak temalı bir yazı yazmayacağım sevgili Rıfkı, beni bağlarımdan azad  et artık.Neyse, işte çok iyi bir üniversiteyi kazanacak, çok iyi bir hayat kuracak, her şey güllik gülistanlık olacak sanıyordum.  Yıllar geçti. Üniversite bitti. Üniversite sonrası yapılacak şeyler de. Güllerin dikenleri  her defasında her yanıma battı. Üstüne güllük gülistanlık hiçbir halt olmadı. Sadi’nin Gülistan’ı hariç.  Ha bir de gül ve bülbül mazmunu.

Sonra bir gün dershanenin rehberlik servisine gitmeye karar verdim. Henüz birilerinin bana rehber olacağına , yol göstereceğine inanacak kadar küçüktüm çünkü. Rehberlik servisindeki öğretmen , ki öğretmen olmadığını sonradan öğrenmiştim, felsefe mezunu tuhaf bir kadındı (Kıçıkırık eğitim sistemimiz felsefe ve sosyoloji mezunlarını dershanelerde rehberlik hizmetlerinde süründürmeyi pek sever. ) Bu tuhaf kadın, bana  önce boşanma macerasından anlattı uzun uzun. Boşanmanın ve ayrılıkların insan hayatında çok dehşetengiz etkiler yaratacağını düşünecek  kadar da küçüktüm çünkü.  Sonra kendi içime bu kadar fazla dönmemem gerektiğini, birazcık dünyayla ilgilenmem gerektiğini, dışarıda aslında çok güzel şeyler olduğunu  söyleyerek şu hikayeyi ekledi:

“Budist rahiplere, rahip olacak mertebeye eriştiklerinde şöyle bir test uygularlarmış. Arkalarından birisi elinde bir sopayla sırtlarına indirmek için gelirmiş. Farkında olup sopadan kaçan aday, rahipliğe hak kazanır, sopayı yiyen ise sopayı yediğiyle kalırmış. Bak, boşandıktan sonra bir süre o kadar boş baktım ki yollara… O kadar hiçbir şeyi görmedim ki. Hayat var Handecim,birazcık baksan etrafa…Vallahi diyorum…”

Rehberlik servisinden çıktığımda fırlama  arkadaşlarımdan birinden sigara istedim. Sigaraya başlamayacak kadar da küçüktüm çünkü. Şimdi bu hikayeyi anımsadığımda da bir sigara eksikliği hissettim. Birazcık etrafa baktım. Biraz, sonra biraz daha. Hayat var mı diye sorsan bilmiyorum ki ben Rıfkı.

 Çünkü beni çok dövdüler.

Çünkü güllerden çok yaralıyım.


Öptüm. 

26 Mart 2014 Çarşamba

Rıfkı ile yorgunluk üzerine bir hasbihal

Rıfkı, gönlümün çöpsüz üzümü

Blogumu açıp bir süre durdum. Ne kadar zamandır yazmıyorum diye. İnsan yapmadığı şeyleri düşünmekten yoruluyor böyle durumlarda. İnsanın ne kadar yorulduğunu sana anlatmam zor.  Fiziksel yorgunluktan bahsetmiyorum pek tabi. Babaannem “gönül yorgunluğu” gibi romantik tabirler kullanırdı bu durumlarda. Ama ben romantik olamayacak kadar yorgunum Rıfkı. Nöronlarımdan bütün derilerime  kadar, kıyafetlerimden saç tellerime kadar yorgunum.

Annem için çok yoruldum Rıfkı. İnsanın annesi ölüme kafa atınca annesinden çok  yoruluyormuş. Anneler öldüğünde olacak yorgunluğu tahmin edemedim şimdi. Kör olunmaz herhalde;  bütün vücut felç geçirebilir. Sabunluyken ve sabunsuzken bile hep ağlanır. Annem için yorgunluğum geçti  şimdilerde. Annem  için daha fazla yorulabilirim.

Sonra ,Berkin için çok yoruldum.  Daha başka ölenler için de yorulduğum doğrudur. Ama Berkin beni çok yordu. Her gün dersine girdiğim  Berkin yaşında bütün öğrenciler dünyanın en çok gürültüsünü çıkarmış da ben onları susturmak için canhıraş bir çaba göstermişim gibi yordu. Her gün dersine girdiğim Berkin yaşında bütün öğrenciler ödevlerini hiç yapmamış da hepsine tek tek kızmışım gibi yordu. Her gün dersine girdiğim bütün öğrenciler sadece susmuş ,hiç derse katılmamış da onları derse motive etmek için taklalar atmışım gibi yordu.  Gürültüyü yaptıran esasen “devlet” Rıfkı,  ödevlerini  yapmayan esasen “halk”, susmayı marifet bilen ise çoğu zaman ben , çoğu zaman sen…  Edebiyat yapmak bile beni yoruyor Rıfkı,  konuşturma rica ederim!

Bu anarşist söylemlerimin zerre karşılığını alamayıp cânım tezimi bir kenara fıydırıp KPSS illetine eşek gibi çalışmak  şimdilerde beni yoruyor Rıfkı. Şu an KPSS ‘ye küfürler yazmaktan yorulacağım için onu başka bir yazının konusu yapıyorum.

Son olarak çok yorulan bir adama aşık oldum Rıfkı. Yine seni aldattım. Öyle böyle değil ama it gibi aşık oldum.  Bu kadar yorgunluğun üstüne hiç olmayacak şey değil mi? Oluyor işte canım. Olurmuş. Çok yorulan bir adam bütün yorgunlukların üstesinden gelebilirmiş.  MS gibi boktan bir hastalık insanı sandığından ve bütün bu yorgunluklardan fazla da yorabilirmiş. Sonra insan daha da fazla yorulmayı göze alıp mutlu mesut aşk yaşayabilirmiş.

Ben biraz dinleneyim Rıfkı.



Öptüm.

fotoğraf: Rudolf Eickemeyer

22 Ocak 2014 Çarşamba

Yapamıyom sensiiz Rıfkıı!

Rıfkı,

Dur bir nefes alayım.  Alayım ama gerçekten, uzun upuzun bir nefes. Uzuun zaman sonra sokağa çıkınca alınan, şöyle bir içe çekilen,  ciğerlerin yaşadığını hissettiren cinsten bir nefes. Esi bol, suskun bir nefes.  Edebiyat yapmıyorum Rıfkı, saçmalama. Birazdan yapabilirim ama…

İnsan annesini nefes alamaz halde oksijen tüplerine bağlı üçüncü sınıf bir devlet hastanesinde görünce üçüncü sınıf acıklı bir filmde olmadığını anlıyor Rıfkı. O an nefes almakta gerçekten güçlük çekilebiliyor. Bir de o güne kadar alınan bütün nefesler boşunaymış gibi  hislere kapılabiliyor. Sonra geçiyor tabi. Geçmesi gereken diğer şeyler gibi… Dışarı çıkınca değil ama evin içine girince insan nefes aldığını hissediyor bu defa. Annesi evde olmuş oluyor çünkü.  İnsanlar nefes alıyor çünkü. Daha rahat nefes alabilmek için evler havalandırılıyor çünkü.
Bir de bu insan dediğimiz canlı Rıfkıcığım, hiçbir şeyin hastalanmayacağına, kötü olamayacağına, bozulmayacağına filan inanıyor. Halbuki fizik kuralları bütün bunların namümkün olacağını çoktan söylemiş. Tıp diye de bir şey var sonra, insanın deşilebileceğini içinin açılabileceğini sonra tekrar kapanabileceğini  hep mümkün kılmış. Kimya diye de bir şey var işte, ilaçlar, kimyasallar, serumsallar filan… Ben hayatımın hatasını kendimi “sosyal bilimlere” adayarak yaptığımı şimdi daha iyi anlıyorum Rıfkı . Ki kendilerine bilim bile denemez. Duyguların, düşüncelerin, insanların söylediklerinin, yaptıklarının bilimi mi olur Allasen! Tarih, sosyoloji, psikoloji, edebiyat… kafası karışık üç beş dingonun icat ettiği şeyler hep!

Rıfkı, ne diyeceğim. İnsan değil ama hayat hastalanıyor asıl. Ama teşhisi çoktan konulsa da hastalığı nı hiç iplemeyen bir puşt kendisi.   Yaşamaya, yaşatmaya olduğu gibi devam ediyor. Yapmadığı itlik kalmıyor.  Her şey güllük gülistanlıkmış gibi çiçekler açtırıveriyor orda burada. Baharlar, yazlar, eğlenceli arkadaşlar gösteriyor sana.  Sonra birden hiç olmadık yerde hastalığın semptomlarını i gösteriveriyor, “ E hani iyiydin sen?” cümlesini sordurtuyor adama. Hem de  acil kapılarında sedyeye uzanmış , elinden tutmaya uğraştığım bir vaziyetteyken…

İşte sonra nefes alamadığın başka mevzular da oluyor memlekette  tabi ama memleket meselelerinden bahsedip sana çok pis sosyolojik çıkarımlar yapmayacağım Rıfkı. Zaten buralardan böyle ceketsiz kaçmak geliyor.  Nereye kaçacağımı da buldum üstelik. Uruguay’a. Uruguay devlet başkanı Jose Mujica dünyanın en fakir devlet başkanı olmasıyla nam salmış. Benden de fakirleri var Rıfkı , vallahi üzülmüyorum. Tek mal varlığı vosvosu imiş. Ben de hazır Uruguay’a yerleşmişken orada para harcayacak yer bulamayıp bir vosvos alırım şöyleee gideninden Rıfkıcım, sonra işte ver elini Uruguay merkez… Zaten esrarı yasal hala getiren ilk ülke kendisi Rıfkıcığım, genel kültürüm , coğrafya bilgim falan şahane biliyorsun.Oradan biliyorum yani!  


Rıfkıcığım psikolojim darmaduman olmuş durumda anladığın üzere, dumansız bir nefes alarak yazıma son veriyorum. Buradaki göndermeyi de anlayan ilk üç kişiye gökten düşmüş üç elma hediye edeceğim. 

Öptüm. 

2 Ocak 2014 Perşembe

anne bunu bir an önce oku.

Anne bunu sadece, sen çıktıktan sonra okuyasın diye yazıyorum, zaten şu an başka  ne yapılır bilmiyorum.Bir sürü mesaj da attım, onları da bilahare alırsın. Eve geldik, dayım ve teyzem de bizde...Uyuyabileceğimi sanmıyorum, böyle bir gecede ne yapılır ben bilmiyorum.

Anne, iyi olman lazım, çünkü anneler iyi olmak zorundadır. Bütün anneler iyidir, öyle yaratılmışlardır...Babalardan bahsetmeyeceğim ben hiç, çünkü onları sevmiyoruz. Dedem hariç... Beni arayıp "Kuzucum Allah acil şifalar versin, iyi olacak ..." derken gözyaşlarını tutamayan maviş gözlü dedeleri o kategoriye sokmak ayıp olur. Bütün gece dualar okumuştur şimdi , tahmin edersin. Salak Seda da bugün hastaneye , "zikir duaları" adlı bir kitap getirmiş, maaile ziyaretlerinde... Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Şunları saçmaladıktan sonra okuyacağım o kitabı da.

Anne, evi topladım. Kafamı toplayabilsem çok iyi olacak. Ağlamaktan yoruldum, ve emin ol sen çıktıktan sonra temizlikten yorulacağım günleri yaşayacağım. Metanetli ol, dersin ya hep bana; bak bugün gerçekten oldum. Milleti arayıp saatlerce bilgi verdim mesela...Sonra o pis hastanenin koridorlarında düşüp bayılmadım, kanım çekilecek gibi olduğunda da. İyi olacak dedim, dualar ettim, empati kurmak için elimden geleni yaptım, ağrılarının azalması için ne yapılır bilmiyordum ama metanetli oldum, hiçbir halt olamazken ben o kasvetli koridorlarda...

Anne, yoğun bakıma bütün duygularımı yatırdın sadece kendini değil...

Lütfen iyi ol, bu kadar yoğunluk bana ağır geliyor.

Sandığından daha fazla insan senin için dua ediyor...

Şu satırları okuyan bile eder, o kadar diyeyim sana...

Seni çok seviyoruz.