Sana yazmayı bıraktığımdan beri
Rıfkı, seslenecek kimsemin olmaması beni çok üzüyor. Anlatacak uzun
hikayelerimin olmaması da. Kimselerim var tabi, yok diyemem. Kimseleri kimsesizlikten daha çok sevdim hep,
biliyorsun. Mesela evvelden bir sevgilim vardı, onu senden daha çok sevdiğimi
iddia edebilirim; seslenebileceğim kimselerimden biri o olabilirdi. Gerçi “Kimse/sizlikler” diye
dandik ötesi bir kelime oyunuyla yazdığı şiirini yine son derece dandik bir
dergide yayınlatmıştı. Benim ortaokulda yazacağım cinsten arabesk şeylerdi
yazdıkları. Bunlar yetmezmiş gibi “Şiirden anlıyorum!” diye gezerek çok pis
akademik kariyer yapıyordu. Bu ve buna benzer nedenlerden ona seslenmek
istemiyorum Rıfkı. Hem Rıfkı demeyi seviyorum, seslenmek için başka güzel
nedenlere ihtiyacım yok, hatalı teşbihimsin Rıfkı!
Ben tahmin edeceğin gibi çalışıyorum
işte Rıfkı. Hem bir işte, hem işte yani. Gün içinde çaylar, kahveler, sigaralar
içiyorum , damarlarımdan oluk oluk
nikotin kafein ve tein akıtırcasına,
senin hiç yapmadığın üzre. Sonra hep aynı şeyleri anlatıyorum işte:
Sözcükte, cümlede, paragrafta anlam gibi şeyleri. Anlamsızlığa düşüyorum işte
sonra. Ne oldu da, hayata yüklediğimiz anlam bu kadar dandik hale geldi
diyorum. Beyazlarla renklileri ayırıyorum, sinema tiyatro biletlerinin
üzerindeki özenle seçtiğim koltuk numaramı seviyorum, bire birbuçuk pilav
pişiyorum. Uykusuz kalıyorum. Ardımda ve ardımdan kalanları art arda sıralasam
elimde neler kalacağını düşünüyorum. Bunca kalan arasında ,evde kalmayıp evlenmeyi
bile düşünüyorum Rıfkı. Saçmalama Rıfkı, tabiki seninle değil. Sevgi kavramını sen gibi iğdiş etmeyen
biriyle. Sevmek bir kabiliyet meselesi ya , o kabiliyete doğuştan sahip
biriyle. Senin o konudaki kabiliyetin geliştirelebilir cinsten bile değil
Rıfkı, şaapsalar olmaz. Küfretmedim bak, ne de olsa senden sonra pek ihtiyacım kalmadı öyle
şeylere Rıfkıcığım, söyletme rica ederim!
Elektronik pişmanlık mektubunu
aldığımdan beri,(ki TDK e maili zamanında elektronik mektup olarak adlandırıp, “elmek”
kısaltmasını email’e alternatif olarak önermişti. Sana ansiklopedik bilgi
veriyorum arada , Ahmet Mithat efendi gibi insanım, kıymetimi bil Rıfkı,) hayatımda
hiçbir b.k değişmedi inan. Sadece bıyık altından gülüp, “Biliyordum...” dedim .
“Üzüldüm sana!” desem yalan olur. Seçim meselesi bu işler Rıfkıcığım. Kimileri yalımyalımyananyalınbiryalnızlığı
yaşamak istiyorlar, senin gibi. Kimileri de, kelimelerin arasındaki boşlukları
bile yalnız bırakmadan yaşamayı tercih ediyorlar, benim gibi.
BenaslındaburadayımRıfkı, kimsem olmasan da olur...
eeahhh...
YanıtlaSilbayeaayae iyi.
daha sık yaz.
ha bir de: boşlukta hata olmaz.
Metus ya ben seni aricaktım di mi...aricam ama. Yazıcam da bırakmıyorlar ki:/
SilRıfkı dilerim Hande'yi kırdığın yerden seni de kırarlar da pişman olan yerlerin yanlış kaynar inşallah! Oh rahatladım. Ha bu arada Hande aynı fikirdeyim daha sık yazmalısın.:)
YanıtlaSilbiliyoruz, rıfkı sevilesi değil. ama size yazdırdıklarını seviyorum. "rıfkı hakkında konuşmalıyız," dediğimde söylemek istediklerim de bu gibi şeylerdi. bazan "bu blog baştan ayağa "rıfkı'ya mektuplar" olsa ne güzel olurdu," dediğim de oldu.
YanıtlaSil:) şimdi düşündüm de, neden olmasın. seslenecek birini arıyorum zaten, tek amacım o. :)
Silo zamanlar yirmi bir yaşındaydım. öykücüyle her konuda konuşuyor bir yandan da şaşırıyorum; nasıl oluyor da bu saçma sapan şeylere katlanıyor, çok kıymetli olduğunu düşündüğüm vaktini bana ayırıyor. (günün birinde bu şaşkınlığımı dile getirdiğimde bana ilk defa kızdı: bunu demekle iki defa haksızlık ediyorsun. birincisi kendi kıymetini görmemekle, ikincisi de beni boşa zaman harcayacak kadar aptal saymakla.)
Silbir gün, bu coğrafyada on beş-yirmi beş yaş arası her bireyin şair olduğuna geldi konuşma. vasat duygulanım anlarının sonucu alt alta irili ufaklı kelime öbekleri diziyorlardı.
mesele sadece şiir olmadığı için onu da şahit tutarak, "yirmi beş yaşıma kadar tek kelime yazmıyorum. eğer bende yazarlık yeteneği varsa o zaman yazarım," diyerek yazmamayı seçtim. yirmi beş yaşıma geldiğimde. o on üç ağustos sabahı, yine erkenden kalkıp ilk iş olarak küçük prens'i okudum. ve önüme her şey defteri-iki'yi çektim. bir şey karalamak istedim ama başaramadım. böylece benden yazar falan olmayacağını, eğer başarabilirsem okur olmam gerektiğini anladım. bütün kitapları okumalı, her yazarın özlemle beklediği "o okur" olmalıydım.
(şimdi ki aklım olsa, yirmi beşinci günümün ilk gününde, yirmi bir yaşındayken yimi beş yaşına kadar yazmaya tövbe eden ve o yaşın ilk günü geldiğinde defterini önüne çekince bir şey yazamayan "şapşal" bir adamın hikayesini yazardım.)
neyse. çünkü konumuz bu değil.
o ara bir şeyler yazdım elbette. mektuplar yazdım. çoğu koparılmadan defter sayfalarında kalan mektuplar. iki defter oldular. birincisinin adı, günahkar çocuğun özlem mektupları (biliyorum arabesk, demek ki o günlerde de arabesk bir yanım varmış) ikincisi de sensizlikten sana mektuplar...
anlattım çünkü, mektuplardan kurulu bir blog fikri bana sıcak geliyor. hem anlatacak bir hikayeniz olur hem de benim yaptığımı yapar hikayesini anlatırsınız.