Rıfkı, merhaba.
Gördüğün gibi son derece sakin bir girizgah yapıyorum.
Yaralı hayvanlar gibi ortalıkta dolanmaktan bıktım çünkü. İnsan yaralanabilir
bir varlık çünkü Rıfkı, üstelik defalarca defalarca yaralanmasına rağmen
ölmeyen bir varlık… Bedenlerimiz en ufak bir marazda ölüp gidiverirken
ruhlarımızın bu kadar dirayetli olmasına şaşırıyorum. Bu kadar büyük marazdan sonra şimdiye kadar
üç beş defa ölmüş olmam gerekirdi.
Ölmedim ama Rıfkı. Bugün , gazı açık bırakarak intihar
etmiş eski bir dostun haberini aldım da yine ölmedim. Yaşadıklarımı sana
anlatsam, “Şöyle oldu, böyle oldu, o bunu dedi, ben de bunu dedim.” kabilinden
gevelesem bir şeyleri yine anlamsız kalacak. Benim romancım , Safiye Erol bu
durumu şöyle ifade ediyor “Ne mümkündü yaşanmış maceranın benzer bir tasvirini
sözle çizmek!” Dil dediğimiz şey tasvir klişelerine takılmış, hakikati bir
türlü anlatamayan hayat parçalarından ibaret zaten Rıfkı. Sayfalar, sözcükler , o cilt cilt dibine
düştüğümüz şeyler ne kadar anlamsız…
Bugünlerde ölmedim ama bugün bir mezarlığın önünden
geçerken, içeriye girip, ömürlere baktım. İnsan ömrünün mezar taşına yazılmış
doğum tarihi ölüm tarihi ve bir kısa çizgiden ibaret olmasına şaşırdım. Matematik yaptım biraz onca ölü arasında.
1940-1992'yi de gördüm, 1903-1995’i de.
Aritmetik ortalamasına baktığımda bütün hayatların altmış beş yaş gibi
bir sonuca ulaştım. Hiçbir bilimsel değeri yoktu o an, hiçbir şeyin değeri
olmadığı gibi… Sonra işte bütün ölüler bana baktı. 30’uma yaklaşmıştım. Geriye
kalan tahmini 35 seneyi yaşayacak gücüm olmadığını düşündüm .Katlanabilirlik
seviyem her yaşımda düşüyordu. Bunca yaş mevzusu varken, birkaç damla yaş aktı . Burada
yaptığım cinasın hakikatte hiçbir anlamı yoktu. Mecazlar dünyası insanın yaşadığı hakikati
aktaramayacak bir mezardı.
Mezarlıktan çıktım. Kulaklıktan şunu duyuyordum.
Haghighat na majaz ast, dare
meykadeh baaz ast ke in ghesse deraz ast
(Hakikat mecaz değildir, meyhanenin kapısı açık ki bu hikâye uzundur)