17 Eylül 2012 Pazartesi

Küçük Prens'e dair seyler...





Küçük Prens’te en  çok tilkinin anlatıldığı kısmı severim. Yani “kendi cümlelerimle” ifade edilemeyecek kadar derin ve anlamlı ve hüzüncül ve kederli ve fena bir bölümdür benim için. Tilki, Küçük Prens’ten kendini evcilleştirmesini , her gün aynı saatte gelmesini böylelikle daha onu beklerken bir saat evvelinden mutlu olmaya başlayacağını; eğer saatinde gelmezse endişelenip kederleneceğini , böylelikle de  “mutluluğun bedelini öğreneceğini” söyler.

Sonra tilki evcilleşir. Fakat Küçük Prens gitmeye karar verir. Ağlayacağını söyler tilki. Küçük prens üzülür. Ona zarar vermek istememiştir çünkü. “Evcilleşmenin sana bir yararı olmadı” der küçük Prens.Ama tilki için bir sorun yoktur. Çünkü buğday tarlalarını her gördüğünde  artık Küçük Prens’i hatırlayacaktır.

“Evcilleştirdiğin şeylere karşı sorumlusun” der hikayenin sonunda tilki. Küçük Prens gülünü anımsar. Ona karşı sorumluluklarını. Onu değerli kılan “zamanı”. Onlarca gül arasında , kendi gülünü...

Ben de geçenlerde bir buğday tarlası gördüm. Hem de internette Küçük Prens koleksiyonuma eklenecek kitap ararken. Kitabın başında  sözü geçen, Hande , yani Kuşuluoğlu olan, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin soyuna tükürdüğüm sülalesine uygun gördüğü soyadlı insan benim. Kitabın İzmirde bu sahafa ne zaman gittiği konusunda hiçbir fikrim yok. Ne zaman bu kitabı böyle karaladığım konusunda da... Tek bildiğim, bu ortadaki çocuk figürünü babaannem çizmiş, (çünkü onlar babaannemin çizgisi) ben bir şeyler çizmeye çalışmışım yanına (çünkü o çizgiler üç yaş çizgisi) mahalle mektebine başlayınca da  annemin yazısını taklit ederek,  Hande Kuşuluoğlu yazmışım, anne puntosuyla.

Bizimkiler boşandığında, pek çok kitabım eski evimizdeydi. Ve anneannemin evinde Meydan Larousse, Gelişim Hachette gibi gazete kuponlarıyla alınmış  ve yalnızca dönem ödevi yaparken açtığımız ansiklopedileri, benim anneme her hafta aldırdığım büyüklü küçüklü hikayeleri- romanları koyacak yer yoktu. Eski kitaplara da orta sınıf Türk ailelerinde daha o zamanlardan sırrı dökülmüş emaye tencere muamelesi yapılıyordu. O kırmızı pembe gülleri  olan beyaz emaye tencereler nasıl sırrı dökülüp altlarından siyah kısımlar çıkmaya başladığında saksıya ya da su tasına dönüşüyorsa ,(güller, o evlerde Küçük Prensinki kadar değer görmüyordu)  eski kitaplarda benzer şeylere dönüşebiliyordu: soba yakacağı, komşunun okumayı sevmeyen oğluna okuması için oyuncak, üniversiteye hazırlanan bir gence nimet değerinde bir yığın kaynak...  

"Eski kitaplarını birilerine verdim" demişti babaannem. Bu kitabı kim neden nereye satmış, hiç bilmiyorum. Satıcı “üzerinde çocuk karalamaları var” demiş. Yanlış söylemiş tabi, şöyle dese daha iyi olacaktı. “Üzerinde karalanmış  bir çocukluk var.”

 “Kötü sayılmaz” demek istiyorum ben de tilki gibi. Kötü sayılmaz, çünkü ne zaman Küçük Prensi görsem, hayatımın kutsal kitabını, annemle yarı zamanlı yaşadığımız mutlu çocukluğumu anımsıyorum. Gerçeği gözlerin göremediğini , ancak yürekle görüldüğünü tekrar anlıyorum.Kitap karalamaya, defter karalamaya,  her şeyi karalamaya daha o yaşlardan hevesli olan çocuğa sorumluklarım geliyor aklıma, evcilleşmem için. Geçmiş ,diyorum; mutlaka insanı buluyor. Diyorum ki geçmiş, insanı mutlaka buluyor. İyi şeyler bulun siz de canlarım... Bir de elinizde eski Küçük Prens baskısı, şeysi filan varsa gönderseniz günaha değil, bilakis sevaba girersiniz sevgili okur. Alıcı öder kargoyu....