29 Haziran 2012 Cuma

Gün(ü)delikler


 Babam sonra sesini yükselterek “O dediklerin burada olmaz senin yurt dışına gitmen lazım!” dedi. “Eşşeeğin...” diye başlayacak oldum,sustum. Görüşmediğimiz zaman içerisinde ne kadar terbiyesizleştiğimin hiç ayırdında değildi. “Yurtdışı mı?! İçim dışıma çıktı  zaten, dalga mı geçiyorsun sen?”diye çığırdım. “Sen” kelimesini seçmemin sebebi başkaydı kuşkusuz. Çünkü birine seslenirken kullandığımız sözcükler ona verdiğimiz değerle özdeştir “Ben”dedim-tıpkı “sen” e vurgu yapar gibi söyledim bunu- “Ayrı eve çıkmak, tek başıma yaşamak istiyorum, evlenmek yani... Ama ev’lenmek. Eşyam yok, yani bütün parayı kendi popomun keyfime harcadoğımdan doğru düzgün param da yok. Ama bak vallahi çok istiyorum. 1+1 bakıyorum. Duvarlara asacağım şeyler bile hazır...” gibi saçma sapan şeyleri ekledim bu ekstra saçma sapan konuşmaya. “Ne lazım kızım?” diye sormasını bekledim. “Ne istiyorsun yani?” dedi, Terbiyesizleşmemek için dişlerimi sıkıyordum. “Ne mi istiyorum, ne diye bu konuşmayı yapıyorsam!” dedim bir hışım. Birileri söze karıştı. Söz karıştı. Of iştee, aman oldu.

Eve gelip Game Of Thrones izlemekten başka bir çarem yoktu. Fakat lanet Ttnet sinyal göndermiyordu modemime. Dolayısıyla telefonda beş kez kavga edip, bütün hıncımı ttnet Sevcan’dan almıştım. Sonra arayıp, “Ya kusura bakma tatlım, biraz gerginim, öfkemi kontrol edemiyorum da şu sıralar...”diyecek oldum; ama bu kadar samimileştiğimizi sanmıyorum. Gerçi öfkenin dünyadaki en gerçek ve en keskin duygu olduğuna kanaat getirmiştim geçen. Sevgimizi tam olarak aksettiremiyorduk, hüznümüzü de; ama öfke başkalarının en iyi anladığı yegane duyguydu. Bu yüzden çok iyi hocalardansa, çok öfkeli, çok psikopat hocalar her zaman hatırlananlardı.

Annem menopozun eşiğindee ters ve düz taklalar atmakta, tuhaf tepkileriyle şaşırtmakta, yeni aldığı elbiseyi beğenmediğim için,  hayatına küsmekle meşguldü. Ağır şeyler söylemiş olabilirdim. “Anne deve gibi bir kadınsın zaten, bu uzun elbiseler sende mürebbiye etkisi yaratıyor, zebellah gibi olmuşsun” demek fazla olsa da, durum acıydı. Özellikle "zebellah" kelimesi ile bokunu çıkarmış olabilirdim. Annem elbisesine lanetler etti, odamdaki ıvır zıvırları atmak üzerine tehditler savurdu, saçımın renginin bok rengine benzediğini de ekleyerek kapıyı çarpıp odamı terk etti.


25 yaşıma girdim an itibari ile dostumlar, bir ara onu da yazarım,fakat  şu an algılayabilmiş değilim.




17 Haziran 2012 Pazar

yıldızlar yokmus^^


                                                                                                                 Çağlar'a


Küçük Prensi hayatımın kutsal kitabı yapan annemin ilk karne günümde bana onu hediye etmesi değildir. Bana onu hediye ederken “Benim ilkokul öğretmenim bu kitabı  dersin ortasında açıp okumaya başlamıştı, çok etkilenmiştim” demesi , sonra ben kazık kadar bir öğretmen olduğumda bana bu anılarını hatırlatması filan da değildir. Hepsidir, ve hiçbirisidir. Annemin bana o kitabı aldığı vakitlerden itibaren büyüttüğüm cümlelerdir. Cümleler büyütebilmemdir.  Küçük şeylerden, çok küçük şeylerden yaptığım , büyük ve çocuksu çıkarımlarımdır. Sonra hep küçük şeylerdir. Çocuklardır. O çocuklardan biridir mesela:

  Zeyno, kuzenim dört yaşında filandır. En delikanlı zamanlarıdır yani. Onunla bir gece balkonda dünyayı yeniden keşfetmece oynadığımızdır. Çocukların bunun için dünyanın en müsait yaratıkları olduğuna tekrar tekrar tanıklık etmemdir. Yaz gecesinde balkondan görünen o ihtişamlı dolunaya bakmamızdır.. Dünyanın gerçekten güzel olduğu anlardan biridir.

    -Zeynocuum bak ay dolunay şimdi. Hem ayın da bir yüzü var, bizim yüzümüz gibi.
    -Evet, ama ay ağlıyoo.
    -Ağlıyo mu?! Neden ay ağlasın ki?
     -Çünkü yıldızlar yokmuş.


Bugün dünyanın en hüzünlü günbatımını küçük  yıldızıyla beraber sırtıma kondurdum. Küçük Prens’in dünyaya indiği ve ayrıldığı yeri. Herhangi bir yıldızı ve sırf bu yüzden yıldızlara bakmayı sevmeyi. Yıldızlara bakıp gülümsemek önemli bir iş. Küçük Prens gibi  “Ah, evet, yıldızlar beni hep güldürürler” demek önemli bir iş. Yıldızların konuştuğuna inanıyorum. Benim için sürekli bir şeyler mırıldandıklarına. Sonra gökyüzüne uzun uzun bakınca daha da uzakta olanları fark edince farkında oluyorum. Çünkü hala yıldızlar “var.”

Yıldızlar, başka başka insanlara farklı şeyler ifade ederler. Bazıları için sadece gökyüzünde titreyen ışıklardır. Yolcular içinse, bir rehberdirler. Bilim adamları için fikir kaynağıdırlar. Şu benim iş adamı içinse zenginlik. Ama herkes için sessizdirler. Sen hariç...”


9 Haziran 2012 Cumartesi

Üzüntü ve Muz Kabuğu


Annem bana, Uzun Çoraplı Pippi kitabını alır. Gülümser sonra...”Sana benziyor diye...” der. “Sana benziyor diye...” O zaman vaktiyle yok etmek için canhıraş bir çaba sarf ettiğim  çillerimden nefret ederim, o zaman vaktiyle yok ettiğim saçımın orjinal renginden nefret ederim,bütün  yok olmuşlardan nefret ederim.  Var değil ama yok olmuşlardan .

Annem , Uzun Çoraplı Pippi’nin yalnızlığından, her şeyi yapabilecek bir çocuk olduğundan bahseder. “Sana benziyor diye” der, “Benim çocukluk kahramanım Pippi olduğundan”, “Sana aldım.” der. “Sana” kelimesinin üzerinde dururum sonra. Çocukluğumuzda bir paket sana koyarak yaptığımız mozaik pastalar gelir aklıma . Kırık mozaiklerle  ördüğümüz hayatımız gelir. Pastadan evler, Hansel ve Gretel gelir. Kötü kalpli babalar, üvey anneler gelir .  Tüm yaratamadığım kahramanlardan nefret ederim sonra. Pamuk Prenses’ten, Rapunzel’den, Sindirella’dan ideal kahtamanlardan nefret ederim. “Uzun çoraplı , pasaklı Pippi” derim , gülümserim. O anda bir  atı sırtımda taşıyabilir, bütün altınlarımı istediğim gibi harcayabilir, dünyanın en güzel kreplerini yapabilir, üstün güçlerimi kullanabilirim.

Annem, beni herkesten çok sever. Bana “İnsanın senin gibi bir kızı olamaz!” der. Çok bir şeye benzememekten , gibi edatı gibi olamamaktan nefret ederim sonra. Onun “tam” istediği insan olamamaktan, “tam” olamamaktan nefret ederim. Kusurlarımı bu kadar açığa çıkardığımdan nefret ederim. Vaktiyle anarşiye bulaşmış hallerimden, okula bırakma isteklerimden ,  okul sonrası hala okullarda sürünmemden, herkesle kavga etmemden, sadece kahve ve çikolata ile beslenmemten nefret ederim . Pippi olmamdan annemin de kimi zaman nefret ettiğini düşünürüm sonra. Bir soluk alır “Uyuyorum anneee, tamam” diye seslenirim. Bir süre uyutulmak isterim. Birileri beni ayakta uyutsun isterim.  Süte şeker değil; kahveyi boca ederim sonra; küçükken şekerli halleri de işe yaramadığı için söylenir annem.

Annem, beni sever. “Zenciler prensesi olacağım, hayat o zaman başlayacak!” derim. Hayatın benim için erken başladığından, benim de prenses olduğumdan bahseder sonra. Pamuk’a, Rapunzel’e , Sindirella’ya küfreder, hepsinin çok gerizekalı kızlar olduğunu düşünürüz. Pembeler, tüller, şatolar, hizmetliler yerine; atları, maymunları, uzun çorapları, macerayı sevdiğimiz için mutlu oluruz.

Annem vardır; üzüntü, muz kabuğudur.


Pippi, Astrid Lindgren'in yazdığı bir kasabanın ucunda tek başına  yaşayan anarşist ruhlu küçük bir kızın hikayesini anlatan roman. Pippi'nin babası bir denizci, annesi ise gökte bir melektir. Atı, maymunu, uzun çorapları ve kırmızı saçları vardır Pippi'nin. Canı her sıkıldığında "üzüntü ve muz kabuğu" diye sayıklar. 




3 Haziran 2012 Pazar

kırık


Hatırladıklarım var Rıfkı. Evden senden sonra çıktığım zamanlarda mor kalemlerle özenerek yazdığım notlar mesela ...O notlara serpiştirilmiş Attila İlhan, Birhan Keskin ,Andrey Voznesenski dizeleri. Akşamları işten geldiğinde(ki ona iş bile denemez nezdimde, dünyanın en kötü kokan mesleği bankacılık! ) o güzel kelimelere sahip olman.(Bana sahip olmandan daha beterdir nezdimde) Kendimden en çok böyle zamanlarda nefret ediyorum Rıfkı, çünkü yirmi beş yıl sonunda oluşturduğum kelimelere gerekli özenin tarafından  gösterilmemesi itoğlu itliktir.  Adiliktir, piçliktir. Sülaleni yahut anneni karıştırmak istemiyorum; fakat bu göstermediğin saygı yüzünden  ben senin ahırdaki ineğine , ağıldaki koyununa, kümesteki tavuğuna sövmek istiyorum.

Sonra o notlar iliştirdiğim zamanların birinde, evinin baş köşesinde duran çerçevesinin camı kırılmış ,çiçek resmine asetad kalemi ile bir şeyler yazmıştım ya  Rıfkı, ve senin günler sonra dikkatini çekmişti. O atmadığına emin olduğum çerçeveye şimdi tekrar bak Rıfkı. Hayatın natürmort çiçek resminden daha gerçek olduğunu kavraman için değil;  beni anlamak için bak Tablonun kırık camına yazılmış el yazısına bak. “Evde kırık eşya tutma, uğursuzluk getirir!” diyordum büyük harflerle. Kırık şeylerin şerrinden korkarım çünkü.

Kırıkları evde tutmamak gerekir, kırıkları elde tutmamak gerekir. Bu nedenle  kırdığımız insanları hayatlardan çıkarmak gerekir.  Kırılan insanlar kırık camların üzerinde yürüyebilir, kan gözyaşı ve keder döke saça... Kırık camlar her zaman öldürebilir, bilekleri kesebilir, etine batabilir, ve o kırık parçacıklar  kalbe yürüyebilir. Beni zerre anlasaydın, bugün “Görüşürüz Hande yaa , abartma amaa” gibi yavşaklıkta çığır açmış bir cümleyi kurmaz idin, kuramaz idin.

Rıfkı, o kırık camı al şimdi bileklerine götür, ama sadece götür; öldürmeyen acıyı hisset.

Ya da iyisi mi onları bir çöpe götür, çünkü cam ve ben o çöpte,  seninkinden daha iyi bir yerde olacağız.