24 Mart 2012 Cumartesi

Ok Rıfkı. Öptüm, bye!


Uzun cümleler güzeldir Rıfkı. Sana dediğim üzre "Birbirimize vereceğimiz sözcüklerden başka bir şeyimiz pek yok..." Hüzünbaz olduğumda hep böyle konuşuyorum , elimde değil . Bir de şiirlerden alıntılar yapıp , ayırılıkları seviyorum o vakitlerde. Ayırmak fiilinin sesindeki ı'ya tutunup ıpıssııız bir yerlere düşüyorum. Adı "ayrılık" oluyor.Mesleki deformasyon diyorsun.  Deformeme kurban oluyorum Rıfkı. Bugün mesela öğrencilerimden bir tanesi "Kıl bile döndü sevgilim, ama senin hala dönesin yok" diye bir şeyler söylüyor, gülme krizine giriyorum. Abuk subuk her boka gülme potansiyelim var gerçi Rıfkı, biliyorsun. Gülmekten gözlerim yaşarıyor çoğu zaman...Gerçi şu yaşarma salya sümük olayını şu çoğu zamanlarda geceleri hep yaşıyorum nedenli, nedensiz. Bir şeylere neden aramayalı çok oldu Rıfkı. Onu sonra anlatırım.

Oysa bu gece her şey güzel başlamıştı. Bana demiştin ki "Alsancaktayız, gel!",  "Hayır" demiştim nazikçe. Pek de nazikçe değil aslında. İçimden "Benim skimle taşaam bir sanki , bilmiyormuş gibi pazar günleri çalıştığımı!" diyerek ...Çünkü evde ütülemem gerekenler ve gün içinde ziyadesi ile ütülenmiş bir kafam vardı. Sonra içime pis,  sinsi bir his geldi. O pis his şöyle bir mesaj yazmama sebep oldu. "yiğidim kevaşenin harman olduğu yerdesin galiba..."Aslında bu "kimlesin bok herif! demenin başka bir şekliydi. Cosmopolitan numaralarıydı bunlar aslanım. Ben yüzüme gözüme bulaştırsam da... Sonra gece içinde kah gülerek, kah eğlenerek, kah arkadaşının kardeşine kerizlik timsali gibi özel ders vermeyi düşünerek yazıştığımız zamanlardan birinde, canım içi öğrencilerimden biri aradı."Aaa bu çocuk ders çalışıyodur, kesin soru soracak" diye sevgi besleyerek telefonu açmamla başlayan hisler, itoğlu öğrencimin Alsancakta demlendiğini öğrenerek son bulsa da "Hocaam seninkini gördüm yanında üç kızlaa " demesi ile  gecemin içine sıçtı. Bilirim kibar kızlar bu durumla "Siktr git!" yazmazlar. Bilirim kibar kızlar bu durumlarda "Beni çok üzdün amaa..." derler. Ama ben "Bilirim bir kışa hazırlanmayı"* be Rıfkı. Ama sana bir boyun atkısı değil urgan gerek çünkü bahar geldi.

Hikayeden "Her biri başka yerlere düşsün! dediğim üç kız ve benim dişlerimi sıkarak bastırdığım öfkem kaldı. Cümleleri uzatamayasım bir de. Senin anlayacağın dilde ve üzülerek söylüyorum Rıfkı. Ok, öptüm bye!


*http://www.tumblr.com/tagged/turgut-uyar?before=1318252972

Anlatıcı burda Turgut Uyar'ın şiirine nazire yapmakta ve genelde kimse bir bok anlamamaktadır. Ama Turgut Uyar seven nesiller yetiştirilmeli, hatta bahçelerde parklarda beslenip, büyütülmelidir.

18 Mart 2012 Pazar

filler ve ben

edebifikir de idim.

Oysa o sıralar içimde tepişip duran fil sürüsünü susturmakla meşguldüm. Yanlış anlaşılmasın, filleri çok severim halbuki. Hayvan sevgisinin zerresi damarlarına işlememiş; yavru kedi, tavşan, köpek hatta insan görünce yüzünde zerre ifade değişikliği olmayan kendiceğizim, bu gri buruşuk kocaman yaratıklara karşı sonsuz bir sevgi besler. Babamla ilkokula başlayana kadar yaptığımız hayvanat bahçesi ziyaretlerinde, ilk durağımız İzmir Fuarı’nın “Pak Bahadır”ı olurdu. Bahadır’ın  kulaklarını, hortumunu, göz altı torbalarını, gri beton zeminin üstündeki koyu gri uyumunu uzun uzun incelerdim. Ardından, babam onu bu gri betonlar arasına koyan zihniyete bir güzel söverdi. Ben de sinsi sinsi onu hayvanat bahçesinden kaçırma planları yapardım. “Lozan Kapısından geçer mi Bahadır baba?” , “Montrö’den daha kolay olur.” “Maymunlara gitmesek, biraz daha burda dursak baba?” “Maymun oldum kızım, ne demek!” Sonra işte filden bir oyuncağım vardı (oyuncak bir fil değil, sevgili okur!) Ona annemle “Bahadır” adını koymuştuk.  Zaman geçti, ben büyüdüm, hayvanat bahçesine gitmez olduk. Annemin zorlamaları sayesinde yaptığımız, adeta kabristan ziyaretlerini andıran, Bahadır’ın bulunduğu tel örgülü bölüm karşısında saatler geçirerek sonlandırdığımız  hayvanat bahçesi gezmeleri sona erdi. Babamla o zamanlardan sonra doğru düzgün zaman geçirdiğimiz söylenemez. Hayvanlar alemindeki rolünü kendisi başarı ile üstlendi. Üniversitede iken, Bahadır’ın ölüm haberini aldığımda aradım. Telefonda ağlayacağını sanmıştım, oralı bile olmadı.  Ben filleri sevmeye devam ettim ama: Küçük Prens’in “fil yutmuş boa yılanı”nı, “Filler ve Çimen’i” , “fil mezarlıklarını”,  hatta “Elephant Gun” şarkısını...

Konumuz bu değil sevgili okur, çok rica ederim. Hayatımda hayvan rolünü üstlenmiş, ve içimdeki fillerin yeniden doğmasını sağlayan insanlar hiç değil. Fillerin ayak bastığı topraklarımı yerle bir etmeleri, ormanlık “içyüzümü” bozkıra çevirmeleri, bütün yeşerttiklerimin içine etmeleri, her yanı bozbulanık renklere bürümeleri filan değil. Yani, ben içimde rengarenk yağmur ormanları büyütmek için debelenirken, bana inatla sonsuz düzlükler, yeknesak renkler sunmalarından bahsetmeyeceğim. İçimde oluşturdukları fil mezarlıklarından , kafaları kadar kocaman hafızalarından, ve öleceklerini anladıklarında sessiz sessiz mezarlarına doğru yürüdüklerinden filan da... Hiç bahsetmeyeceğim.

Filleri severim. Kadın yazarım.

12 Mart 2012 Pazartesi

Pippa ve diğer şeyler


(Bu yazı bir yerlerde yayınlanmadı. Beni yanıltmadınız.)


Benimki bir vefa borcu Pippa. Elimden gelse, hayatımda iz bırakan bütün kadınlara uzun, upuzun mektuplar yazardım. “Sizi anlıyorum.”  demek isterdim. Bazıları çıkıp “Anne olmadan anlayamazsın.”  diyecek olurdu. İşin kötüsü anlıyordum. Bir şeyleri anlamak için ille de dibine kadar yaşamak gerekmezdi. Başka şeyler doğurmuş olabilirdim. Bir anne kadar özveri göstermiş olabilirdim. Bugün sınıfta 25 tane çocuğun arasında, kendimi çok yetersiz hissedip, ağlamak istemiş olabilirdim. Sabah süslenmek, işe gitmek, çalışmak istemeyebilirdim. Ve dahası çok şeyler istemiş ve istememiş olabilirdim. İstemek önemliydi Pippa. Biliyorum.

Senin de istediğini biliyorum Pippa. İmkansızı başarmanın mümkünlüğünü gösterecektin halbuki. Ayakta alkışlayacaktık. Sevinecektik. İyi hissedecektik.  Gıpta edecektik uzaktan. Kocalarımıza hizmet etmek, iyi yuvalar kurmak için yetiştirildiğimiz bir zamanda, “beyaz gelinlik” in başka bir işlevinin olabileceğine düşünecektik. Ama, bizde beyaz gelinliğin üzerine kırmızı kurdela dolarlar Pippa. Sonra o kurdelayı boyunlarımıza, ellerimize ve dillerimize dolarlar. En çağdaş geçinenimiz bile onu takmayı marifet bilir. Hatta kadınları sırf bu yüzden keskin bir ayrımla ikiye bile ayırabiliriz. Yadırgamayız bunu yaparken, olağanlaştırırız. Ardından, o kırmızı kurdelayı kocalarına nimetmiş gibi saklayan annelerimizin gelinlikleri, kocaman sandıklarda annelerimizle beraber çürüyüp gider. Sandık lekesi olur, hiç çıkmayacak cinsten. İşte o sandık lekesi sadece gelinliklere değil; uslarımıza da işlemiştir: Bekaret adı altında, namus adı altında, yani iki bacağımızın tam arasında...

Biz  o kadar kirli gelinlikler giyiyoruz ki Pippa. Bunu yapmayı da o kadar çok istiyoruz ki... Tecavüzün en büyük semptomlarından biriymiş yıkanmak. Benim hep yıkanan bir arkadaşım vardı. Sabunlanmaktan derileri dökülürdü. Sonra bir gün ona “Kendine gel, çok temizsin!” diye bağırmıştım. O zaman söylemişti tecavüze uğradığını. Sonra ben de saatlerce banyoda kalmıştım.  Kendimi kokuşmuş hissediyordum çünkü. Biz senin gelinliğine o kadar çok, kir, pis, kan bulaştırdık ki Pippa. Ne kadar yıkasak, ne kadar arındırmaya çalışsak olmayacak. Hepimiz bir ucundan tutup temizlemek için uğraşsak,  yıllarımızı yıllarımızı alacak.

Şimdi yolun ta en başında dediğin  "Beraberimizde yolculuk boyunca üzerinde birikecek tüm kirlerle birlikte götüreceğimiz tek elbise beyaz gelinlik olacak.”  cümlen o kadar çok kanatıyor ki...

Biz burada mütemadi “kanıyoruz” Pippa.

Biz burada her gün tecavüze uğruyoruz.

Biz burada her gün beyaz gelinlik düşlerimizi kutsallaştırıyoz.

Gelinliğin, gelinliğimizdir.


Dünya Kadınlar Günün kutlu olsun.

3 Mart 2012 Cumartesi

Ben sana lâyık değilim Rıfkı!

          Hatta tam da senin bildiğin kızlardanım. Bunu sana daha önce de söyledim. Hiç dinlemedin. Özel hissettirmek için de pek bir şey yaptığın söylenemezdi; fakat benim bu halime tahammül etmen bile özel olduğumu sanmama yetiyordu.

Biz muhteşem insanlar değiliz, di mi Rıfkı? Fight Club’a bağlarım yine. Gerçi sen benim çok yetenekli olduğumu düşünüyorsun; ama inan harcanıyorum Rıfkı, kendimi harcamaktan da deli gibi haz alıyorum. Geceleri uyumuyorum, psikolojimi bozuyorum, salak saçma diyetler yapıp ertesi gün Nutellanın dibine vuruyorum...Daha da sayim mi Rıfkı?  Hayatım saydıklarım ve sayıkladıklarımla geçiyor. Yaşlanıyorum işin kötüsü. Güzelleşiyor muyum bilmiyorum; ama kevaşeleştiğim kesin. Bir adam demişti. “Bir kadının en güzel yaşı 25-30 arasındaki yaşı. Çocukluktan çıkmış, kadınlığının en güzel dönemi...” diye. Yavşamak için mi söylemişti emin değilim, ama doğru yerlere dokundurduğu kesin. Ben yaşlanıyorum . Bir de oyuna geliyorum. Onu sonra anlatırım...

Ne zaman aşık olsam, içimde durmadan eşine hizmet etmek isteyen köle ruhlu, buram buram yemek kokan kadın pörtlüyor. Evimizi! ne renk döşeyeceğimizin hayallerini kuruyorum. Gömleklerinle beraber ruhumu da ütülemekten haz alıyorum. İçine sevgimi kattığım tencereler dolusu sarma yapmak, sarmalamak istiyorum durmadan. Hayır Rıfkı, hayır! Aşk bana yaramıyor. 

Evler bazen Newyork’un, Moskova’nın, İstanbul’un en arka sokaklarından daha tekinsiz ve daha güvensiz olabilir. Ben onlarla bağımı kopardım. Koparmak zorundaydım. Yoksa beni hapsedeceklerdi. Ruhuma kement atacaklardı. Çok üzülecektim. Şimdi senle evcil şeyler düşünesim yok. Hem artık eğlenilecek kızım, üstelik bu "ev"lenmekten çok daha çok keyifli...

Bugün çok alakasız bir zamanda, alakasız bir şey gördüm Rıfkı. Eski sevgilimden. Buna Hande sinmiş, dedim içimden. Hande’nin fikirlerinden, Hande’nin gözünden, Hande’nin düşüneceği şeylerden izi vardı. Annem bile dedi “Tam senin yapacağın iş.” diye... Kişiliğimin bir parçası eksilmiş gibi hissettim sonra. Harcadığım mesaileri düşündüm. Yolculukları, uzun seferleri, çok uzun cümleleri, inci gibi akan gözyaşlarımı, çokça sevmekleri, inanmakları... Elimde kalanları bir de. Bir de bunlar olurken hiç farkında olmadan bütün yaralarımı sarmanı. Ben, yaramı sardığın o bezi çekip atmak için debelenirken, ve sen inatla atmazken, bir müddet sonra o yaralardan hiç iz kalmadığını...Nekadar insan olduğunu düşündüm sonra. İnsan gibi insan ama... O sessizliklerinin altındaki uzun kelimeleri. Neredeyse her gün sorduğun “Akşam napıyosuun?” sorunu. “Hayatı çok fazla mülk edinmemek lazım, mutsuz olmamak için; o yüzden ‘Mülksüzler’” demeni...

İçime  öküz oturdu yine Rıfkı. Öküzüme laf söyleme. Ben sana göre değilim Rıfkı, kabul edelim. Hem kötüyüm, karanlığım, çirkin olduğum söylenemez; ama arızalıyım. Gideyazdım yind Rıfkı. Ama elimden tut, bari bir şeyi “layığıyla” becereyim!