22 Şubat 2012 Çarşamba

bir sekizinci sınıf öğrencisinden

“İnsanın kendine ait bir dünyasının olması güzel bir şey. Ama bir yere kadar. Herkesten farklı olmayacak ama bir o kadar da farklı olacak. Bu dünyanın aksine bir dünya...Herkes başaramaz kendine ait bir dünya kurmayı. Örneğin ben. Her şeyden uzak bir dünya düşünemiyorum. O dünyada sadece ben ve hayallerim olsun isterdim. O hayalleri yıkacak kimse olmasın. Herhalde en büyük hatalarımdam biri de kendimi hayallere fazla kaptırmam. Hayallerimle geleceğim arasında bir bağlantı olsaydı benim geleceğim olmazdı. Olsaydı da çok zor olacağı kesin. Meslek seçiminin ne kadar zor olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. İnsan geleceği düşündükçe panik yapıyor ve sağlıklı karar veremiyor. Ben aslında matematik öğretmeni olmak istiyordum ama matematik öğretmenim “hayatında en büyük hatayı yaparsın.” Dedi. İnsanlar hep bir noktaya kilitlenir. Kilitlendiği noktayı aklında çok büyütür. Bir de karar vermek zordur. Öyle bir noktaya gelir ki kararsız kalır. Öyle ya da böyle üzülecektir bir kişi. O kişiyi en az şekilde üzmek için çalışırsın. Örneğin benim bir arkadaşım kendi sınıfından birini seviyo. Ama ona söylemiyo. Benim de söylememi istemiyo. Şu an kararsızım. İnsanı hiç olmayacak bir hayalin peşinde koşmak mı üzer yoksa o hayalin hiç olmayacağını bilmek mi? Herkes bu dünyanın kusursuz olmasını istiyor. Gözyaşı olmasın, kötüler olmasın, karamsarlık yok olsun...Bunlar olmasa dünyada olmaz halbuki. Besin zinciri gibidir bunlar. Sadece bunlar biri olmazsa hep bir şeyler eksik kalır. Ben dünyayı bu haliyle seviyorum.”



Rıfkı’yla öğrencilerimin yazdıklarını okuyoruz. Yukarıda yazılı satırları okurken bir yerlerde "Kierkegaard!" diyor. “Tabi olum ne sandın, kimin öğrencisi onlaar!” diye böbür böbür böbürleniyorum.  Böbürlenecek bir bok yok halbuki. Hepsini şimdiden gelecek kaygısı sarmış, paçalarına şimdiden bir yığın kötü şey bulaşmış: Acun, HadiSE,SBS,YGS,LYS, kolay yoldan para kazanma, Fatmagül'ün suçu, beş bin SMS... Dersin son dakikalarına yakın ve artık sıfat, zamir,zarf kusarken kapatın kitapları deyip; ilköğretimde pek alâ öğrettiklerinin aksine “Bir şeyler yazın.Giriş,gelişme,sonuç yapmak zorunda değilsiniz.Zaten kompozisyon düzenleme demek, yazılan bişiii değil yani o. Kompozisyon yazılmaaz! Öykü yazılır, şiir yazılır, deneme yazılır. Takımınızın yenildiğini yazmak serbest. Dünkü diziyi ya da yan sınıftaki size yüz vermeyen arkadaşı da. Anne baba kardeşlere duyulan nefret ayrıca kabulümüzdür.” diye yazdırdığım, şu metin her şeye bedel. Evet her şeye. Rezil eğitim sistemine, milliliğini yitirmiş eğitim trenine bakanlara, tuhaf varlıklar yetiştirebilen eğitim ve fen-edebiyat fakültelerine,  entellektüelitesini dantele vererek, "Niye ev kızı olmadı lan bu?" ya da "Bunu kahveye koysak daha bi yakışacak haa!" dediğim bütün öğretmenciklere... 


Hamiş: Unutturmayın , bir arada bu yazılanlarla ilgili Rıfkı'nın psikolojik çözümlemelerini, karakter analizlerini  anlatayım. İyi malzeme çıktı bize de hee!

13 Şubat 2012 Pazartesi

Sevgililer Günü, Kuaför ve Diğerleri

Kuaförlerler aramda organik bağ oluşur sevgili Rıfkı. İki hafta uğramayınca kendimi kötü hissederim. Hatta çok alakasız bir zamanda, başka bir tanesine gitmişsem,benim  kuaförün önünden geçerken “Bak açıklayabilirim, bildiğin gibi değil!” cümlesini kurarım içimden. Sadakat köpekliğimizdir. Hohoho. Eski sevgililerime kol gibi laf soktum. Tamam, tamam Rıfkı. Durmadan eski sevgililerini anlatan salak kızlardan olmayacağım.

 Çalışırken öğle aralarında gittiğim bir tanesi var. Şu cümlenin alt metni, “Eşek gibi çalışıyorum; fakat saçımda fönlü!” Yok canımın iç teğet köşegeni, öyle değil. “Sevmek dokunmaktır” diye bir kitap vardı. Kadınların kuaföre gitme isteği, özellikle depreştikleri anlarda kendilerini kuaföre atmaları için “hep dokunulma isteğinden” diyordu. Freud yine pek doğru olmasa da elle tutulur bir şeyler söylemişti. Karamel filminde de kuaför sahneleri dikkate değerdi, neyse Rıfkıcığım konumuza dönelim.

Kuafördeki yeni kankalarımdam biri 20 yaşına henüz yeni bastı. Tam bir dilber, kenar mahalle modern dilberi. Fönümü çektirdiğim sabahın alakasız saatlerinde Hadise, Atiye, Murat Boz dinliyoruz. Geçen defa Yılmaz Erdoğan’ın kendi sesinden şiirleri çalıyordu. Edebiyatçılığıma yapılmış bir kıyak olduğumu düşünüp, hiç bozuntuya vermeden dinledim. Dinlediğim bir başka şey de Dilber’in (an itibariyle taktığım addır, takmadır) aşk maceraları, subay maviş gözlü, beyaz atkı örülen sevgilisi , ve Sevgililer Günü konusuydu.

Dilber, ona daha evvelinden bir yığın para harcayarak aldığı hediyelerden bahsediyordu. Çocuğunda yaptığı öküzlükten, kızın doğum gününü unutmasından. Üzerinde sevgi pötürcüğü ibareleri bulunan bir sweat almaya karar verdiğini, fakat eğer çocuk ona bir şey almazsa hediyeyi uzatmayacağından.  “Amaaan Dilber, zıkkım yesin, zaten kapitalizm bu bacım, hep tüketelim diye!” dedim ama sevgilisine verdiğim bu tepkiden hiç memnun olduğunu sanmıyorum. Kapitalizmi Seda Sayan jargonuyla açıklayıvermemden de...

Ben de çok şeyden memnun değilim Dilber dedim ona çimden. Mesela bugüne kadar Sevgililer Günü ve diğer günlerde almadığım hediye kalmamıştı. Almadığım derken bana alınan yani, yoksa ne alacağım! Duy da inanma . Ne kapitalist adamlar sevdim zaten yoktular. O dünya kadar para verdiğim Vakko hırka üstünde paralanır inşallah! Tek taş, kalpli peluş kırmızı cartlak yastık, fıstık, oyuncak, kazak, tişort, elbise, takı toka, çerçeve, albüm, fotoğraf makinası , bok püsür... Hiçbir kıymeti yokmuş fakat Rıfkı. Hani öyle bir an geliyor ki, bu maddi dünyaya ait şeylerin hiçbir anlamı kalmıyor. Bunu çok iyi biliyorum.  Sana güzel sözcükler alan adamlarla beraber olmak gerek. Şu sıralar çok güzel şeyler duyuyorum senden Rıfkı, her şeye bedel.  Yarın Sevgililer Günü için yine Marks’ın kulaklarını çınlatırız, sosyalizmi yâd ederiz,  ben kuaförden gelirim, saçım fönlü olur, falan filan..


7 Şubat 2012 Salı

çilekler ve diğer şeyler

Dün gece dünyadaki çilekler tükeneceğinden korktuğu için çilekli sakız, duş jeli , pasta ve prezervatif kullanmayı reddeden bir adamla evlendim.  Evlenmek için geçerli değil ama yeterli bir bahanem vardı.

Hayat güzel bahaneler bulma sanatıydı nitekim. Başkalarının değil de benim bahanelerim olsundu. Bulduğumuz, bulduğumuzu sandığımız, inandığımız bütün bahaneler başkalarınındı. İlk defa kendimi bu kadar iyi ve anlamlı hissetmiştim. Uzun zaman sonra...

4 Şubat 2012 Cumartesi

Ursula Okumak

Bu yazı edebifikir'de idi...

Otobüsteyim. Bir şehri otobüslerinden tahlil edebilirim. Şehirler ikiye ayrılır: Otobüsü kalabalık, sıkıştepiş, soğuk, nemli ve gri olanlar; üç beş tane tenha otobüsüyle her işi halledebilecek olanlar. İlk grupta olup, o otobüse binen insanları ayrıca tahlil etmem mümkün. Yalnızlık aksesuarlarını, yani kitap, kulaklık, cep telefonu oyunlarını taşıyanlar;  ya da bunu yapmayanlar.

Bu bahsettiğim ilk grubun ilk sırasında olmanın korkunçluğunu tahmin edersiniz. İlk sırada olmanın hiçbir işe yaramadığı yegâne durumlardan biridir. Hem Amerikan filmlerinden fırlamış bir çeviri ile “korkunç” değil, sapına kadar korkunçtur. O kalabalıkta oturacak bir yer bulup kitabınızı açmak lüksüne erişebildi iseniz, alkışlanasıdır. Ben de o alkışlanası insanlardan olup, elimde bir Ursula kitabı ile yollardayım. Yerdeniz serisinin üçüncü kitabı; En Uzak Sahil. Dışardaki vıcık vıcık, ıslak, çok soğuk, çok gerçek dünyaya inat kahramanımız Ged’in masalsı diyarlarında kılıç sallıyorum. Pek çok şeyi de sallıyorum bunu yaparken: yıllık planları, evde yapmam gereken ütüleri, saçımı kestirmem gerekliliğini...

Gerçekliğin dibine kadar içinde olunca, gerçeklikten kaçası geliyor insanın. Benim hep geliyor yani. Büyücülerin, kâhinlerin, falcıların hep kadın olması bundan olsa gerek. Geleceğin hâlâ güzel olabileceği düşüne sahip olup, umuda dair ne varsa geleceğe yüklemekten. İyi rüyalara hâlâ inanıp, sabahlara mutlu uyanmaktan. Kötü rüyalardan deliler gibi korkmaktan. Gerçeğin dışındaki şeylerin hep güzel olmasından yani, umduklarımızın da hep onun dışında kalmasından...

Ursula bir kadındır. Büyücüdür biraz da. Sözcüklerin büyüsüne inanır. Sistem karşıtı duasını eder aslında kitaplarında. Kapitalizmin pisliğine, alelâde sözcüklerle edilmiş, anarşist ve herkesin ezberleyebileceği duaları okur. Rüyaları, çoğu zaman gerçektir. Ejderhalar ise hâlâ güzel yaratıklardır. Otobüs camında uzaklara bakıp rüyalara dalarken, o cama bir ejderha kanadı çarpabilir. Çarpan ejderha kanadı filan değildir pek tabi. Yan sokaktan hızla fırlamış şuursuz bir sürücü, sokaktan dönecekken otobüsün arkasına dokunmuştur. İrkilip uyandığınızda her şeyin rüyadan yoksun ve çok gerçek olduğunu görmek üzücüdür. Ama hâlâ başka şeyler anlatan birinin olduğunu görmek umut verici.

Le Guin “Seyyahlar kendi yolculuklarını anlatırlar, sizinkini değil.”  diyor. Bülent Somay da ekliyor; “O bize kendi öykülerini anlattı, şimdi de bizim kendi yolculuk öykülerimizi yazmamızı bekliyor.”  Benimki dandik ve fena bir yolculuk, idare ediverin.

Anne bak dipnot verdim:
Dipnot 1: “Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar” Metis Seçkilerinden çıkmış harika bir kitap. Bülent Somay yazmış önsözünü. Şimdilik sadece onu okudum, büyülendim. Büyü dedim, kadınım, fark ettiniz.
Dipnot 2: “Ejderhalar: İnsanlar Diyarındaki Canavarlar” Yapı Kredi’den. Ejderha’nın bin yıllardır görünümleri üzerinde durmuş. Pınar Hoca’nın odasında vardı, sadece bir göz gezdirdim. Okurum ama. Siz okuyun.
Dipnot 3: Ursula’nın “Mülksüzler”ini okumadı iseniz, okuyun. Okudu iseniz, eşinize dostunuza armağan edin. Hatta bana da edebilirsiniz. Ben de vaktiyle kütüphaneden faidelenmişim.
Dipnot 4: Sadece dipnotlardan oluşan bir kitap yazmayı düşünmüyor değilim. Bu işi akademik yapmamak ne harika bir his!